|
BATI KAYNAKLI SÖZCÜKLER SORUNU[i]
I
Dilimizin
Batı kaynaklı sözcüklere, daha tam söylemek gerekirse, Batılı sözcüklerin Yunanca
kökenli olanlarına açılması, Arapçaya açılmasıyla birlikte başlamıştır.
Araplar, herhalde, VIII. ve IX. yüzyıllarda, Yunan ve Yunansı (Hellenistic) felsefe
metinlerini vb. Arapçaya çevirirken, Yunancadan bazı sözcükler almak zorunda
kalmışlardır: Kanun (kanon), felsefe (filosofya), mıknatıs
(magnetis, magnetis litos), elastikî (elastikos), helezon
(helikon), cins (genos) gibi... Türklerin Araplarla VIII. yüzyılda
ilişki kurdukları, Divanü Lügat-it-Türk'ün Türkçe-Arapça
ilişkisinin artık güçlendiği bir çağın, XI. yüzyılın, ürünü olduğu
düşünülürse, bu sözcüklerin Türkçeye ya da Osmanlıcaya ve dolayısıyle
Türkçeye Arapçadan geçmişliği duraksanmadan söylenebilir. Demek ki Türkçenin
Batılı sözcüklere açılması, Arapça yoluyle ve çok eskiden olmuştur. Bundan
dolayı, TDK'nin Batılı sözcüklere karşılık bulmakla görevlendirdiği II.
yarkurul, mekanik (mihanik) sözcüğüne işletimsel, işletkemsi,
işletkecil, işletkebilim (?) karşılıklarını
önerirken,[1] dilimize çok eskiden girmiş bir Batılı sözcükle karşı
karşıya idi. Öte yandan, kanun'a yasa, elastikî'ye
esnek, helozonî'ye sarmal karşılıkları önerilirken, Osmanlıca
sözcüklere değil, Batılı sözcüklere karşılık önerilmekteydi.
Dilimizin
Batılı sözcüklere doğrudan doğruya açılması, XIX. yüzyılda, Osmanlıcanın
Fransızcaya açılmasıyla olmuştur denebilir. Osmanlıcanın Fransızcaya açılması,
Türkçeyi iki yolda etkilemiştir:
1.
Osmanlıcaya giren sözcükler, dolayısıyle dilimize de girmiştir. Vapur,
tren, şimendifer, istasyon, jimnastik,
jurnal, kruvazör, gardırop gibi...
2. Osmanlı
aydınları, Batılı birçok sözcüğe Osmanlıca karşılık bulmuşlar ve bu işi
yaparken özellikle Arapça sözcüklere başvurmuşlardır. Bu sözcüklerin de çoğu
dilimize girmiş, ve bunun sonucu olarak, dilimizde biri Batı kaynaklı ve biri
Osmanlıca olan anlamdaş sözcük ikilileri kullanılmıştır ve bunların bazıları
bugün de kullanılmaktadır. Ekonomi-iktisat, endüstri-sanayî,
operasyon-ameliyat (ve harekât), bürokrasi-kırtasiyecilik
(kırtasiyecilik de Yunanca kökenlidir), analiz-tahlil vb. bu türlü
sözcük ikililerine örnek gösterilebilir. Sonradan, bu sözcüklerin çoğuna Türkçe
karşılık önerilmesiyle, dilimizde biri Batı kaynaklı, biri Osmanlıca, biri (bazan
ikisi) Türkçe olan anlamdaş sözcük üçlüleri (ve dörtlüleri) belirmiştir: Teori-nazariye-kuram,
metot-usul-yöntem, evolüsyon-tekâmül-evrim, izafiyet-görecelik-ilişkinlik
gibi... Bu durumu "dilde kargaşa" sayanlar vardır. Oysa böyle sözcük
çoklularının varlığı, dilimizin evrim sürecinde aşılması zorunlu bir evrenin
ayırıcı özelliği sayılmalıdır. Bütün bunlardan çıkan sonuç şudur: Bugün
bile, Batı kökenli sözcüklere karşılık önermek, belirli bir oranda, Osmanlıca
sözcüklere de karşılık önermektir. Ve birçok Osmanlıca sözcüğe karşılık
önerilirken, dolayısıyle birçok Batılı sözcüğe de karşılık önerilmiştir.
Türkçenin hızla arıtılmasına girişildiği yıllarda, özellikle Osmanlıca
sözcüklere savaş açılmışsa da, Türkçe, Batı kaynaklı sözcüklerden de büyük
ölçüde kurtarılmıştır. Bunlardan ötürü, Batı kaynaklı sözcükler sorununa
"... şu son yıllarda üzerinde durulması gereken yeni bir sorun çıkmıştır
ortaya: Batı dillerinden dilimize giren sözcükler sorunu"[2] diyerek
yaklaşmanın eksikliği söz götürmez. "... dilimizi Arapça ve Farsça
[Osmanlıca][ii] sözcüklerden arıtma savaşı, tam bir başarıyla
sonuçlanmıştır."[3] demekse, iki bakımdan yanlıştır:
1. Böyle
apayrı bir savaş verilmemiştir.
2.
"Tam bir başarı"dan söz etmek için bir süre daha beklemek gerekmektedir.
Batılı-Osmanlıca
anlamdaş sözcük ikililerinin varlığı, Türkçe karşılık önermeğe kolaylık
sağlamıştır. Örneğin, analysis'e çözümleme, synthetic'e
yapma, association'a çağrışım, intellectual'a
aydın karşılığı önerilirken, bunların Osmanlıcaları olan tahlil'in
hall'dan (çözmek'ten), sunî'nin sun'dan
(yapmak'tan), tedaî'nin davet'ten (çağırma'dan), münevver'in
nur'dan (aydınlık'tan, ışık'tan) geldiği gözönünde tutulmamış
ve bu durumdan yararlanılmamış olamaz. Bunlara benzer birçok örnek verilebilir.
Böyle örneklerin varlığı ve çokluğu, Türkçenin arıtılmasında öncelikle
Osmanlıca sözcükler üzerinde durulmuşluğun kanıtı olarak da gösterilebilir. Ama
olmuş olan şudur: Bir taşla iki kuş vurulmuştur. Sözü edilen sözcük ikililerinin
(üçlüler ve dörtlüler gibi) "dilde kargaşaya" yolaçtığı varsayılsa
bile, bu kargaşanın kendi çözümünü içerdiği de görmezlikten gelinemez. Böyle
sözcük ikilileri olmasaydı, Batılı sözcüklerin birçoğuna uygun karşılık
bulmak, herhalde daha güç olurdu. Osmanlıcanın Türkçe ile önemli ilişkileri
olmuştur. Bundan dolayı, Osmanlıcanın diyalektiği ile Türkçeninki yer yer
çakışmıştır. Bu çakışmanın yakalandığı noktalarda, Batılı sözcüklere
karşılık önerilirken onların Osmanlıcalarından başarıyla yararlanılmıştır ve
yararlanılabilir. Bununla birlikte, Osmanlıca ile Türkçenin diyalektikleri yer yer
birbirinden çok ayrılmaktadır. Örneğin, fiction'un Osmanlıcasının
sun'dan (yapmak'tan) gelen tasni oluşuna bakılarak ona önerilen yapıntı
sözcüğünün tutunamamış olması, economy'nin Osmanlıcasının iktisat
oluşu gözönünde tutularak ona önerilen tutum sözcüğünün onun
anlamlarından yalnız birini karşılayabilmesi; tutumbilim
sözcüğünü kullanan bir tek uzamana bile raslanmaması, biraz da bundan ötürüdür.
Ve bundan ötürü, örneğin Osmanlıcasının cüz'-i ferd oluşu, atom
sözcüğüne karşılık bulmaya kalkışanlara asla yardım edemez.[4]
Sonra,
dilimize giren Batılı sözcüklerin artık Osmanlıcalarının olmadığı ve
olamayacağı bir dönem başlamıştır. Kesinlik konusunda titizlik gösterilmezse,
bunun 1946'da başladığı söylenebilir. Bu dönemde dilimizin gittikçe daha çok
açıldığı Batılı dil, İngilizcedir. Brifing (briefing), tim
(team), doping, kompütür (computer), lokavt
(lock-out), self-servis (self-service), park etmek, jet,
televizyon (television), fizibilite (feasibility), input,
output, astronot (astronaut), hostes
(hostess), roket (rocket), test, marketing,
sıprey (spray), sibernetik (cybernetics), vb.
Türkçeye bu dönemde girmiş sözcüklerin en belirgin örnekleri arasında
sayılabilir. Türkçe, şimdi, ne zaman kapanacağı kestirilemeyen bu son dönemi
yaşamaktadır.
II
Batı
kaynaklı sözcükler sorunu, bu denemenin başından beri yapılageldiği gibi, tek
yanlı ele alınamaz. Sorunun uluslaşma sürecimizle, bu süreç boyunca toplumsal
sınıflarımızın genel durumları ve tutumlarıyle vb. sıkı ilişkisi vardır.
Osmanlının
kendine en uygun dili, daha doğrusu dil melezini, Osmanlıcayı,
kullandığını söylemek yanlış olmaz. Osmanlı toplumunun altyapısı gereği gibi
aydınlatılmış değildir. Bununla birlikte, o altyapıya uygun düşmüş üstyapıda
dinin (İslâmın), şeriatın, halifelik kurumunun kazanmış olduğu ağırlık
gözönünde tutulursa, Osmanlının Kur'an dili olan Arapçaya; Türklerin İslâm ile
ilişki kurmalarında Farsça'nın da işe karıştığı unutulmazsa, Farsçaya
açılması, ancak bir zorunluk olarak görülebilir. Osmanlının bir ulusal dil
kaygısı olamazdı. (Karamanoğlu Mehmet Beyin de Türkçeyi devlet dili yapması
"ulusal dil" kaygısıyla vb. açıklanamaz. Uluslar kapitalist aşamanın
ürünü olduğuna göre, onun davranışının nedenleri çok başka olmalıdır.)[iii]
Uluslaşma sürecimizin de gereği gibi incelenip aydınlatıldığını söylemek
güçtür. Uluslaşmamız ne zaman başlamıştır? Ereği "batı kaynaklı
sözcükler sorunu"na karıca kararınca ışık tutmak olan bu denemede, uluslaşma
sürecimize kabaca ve daha çok "ereğe uygun" açıdan bakılması, herhalde
yanlış bir tutum sayılmaz.
Uluslaşma
sürecimiz, XIX. yüzyılda, Balkanlar'daki ulusal ayaklanmalarla birlikte başlamıştır
denebilir. Batı ülkelerindeki uluslaşma süreci şöyle formülleştirilebilir:
Toplumda burjuva üretim ilişkilerinin egemenliği ® Burjuvazinin politik egemenliği ® Ulus. Bizim uluslaşma
sürecimiz böyle bir yol izlememiştir ve izleyemezdi de. Uluslaşma sürecimizin kendine
özgü yanları vardır. Örneğin, aşağı yukarı II. Meşrutiyete kadar, bir çeşit
"Osmanlı ulusçuluğu"nun savaşı verilmiştir. Bunun sonucu olarak,
1850'lerde, özellikle basında, halkın daha kolay anlayabileceği bir dil kullanılmaya
başlanmıştır. Batılı sözcüklere uzun yıllar Osmanlıca karşılık önerilmiş
olmasına "Osmanlı ulusçuluğu"nun yolaçtığı söylenebilir. (Bilindiği
gibi, bunun ulusal dilimizin geliştirilmesine yararı olmuştur.) Türkçülük
akımının doğması, uluslaşma sürecimizdeki sıçramalardan biridir. Bu aşamada,
Ziya Gökalp'in "Türkçeleşmiş Türkçedir." sözü, bir bakıma, dilin yeni
yabancı sözcüklere (Batılı sözcüklere) kapatılması gerektiğinin
savunulmasıdır. Bu, aynı zamanda, Türkçeye girmiş bütün yabancı sözcüklerin
benimsenmesine çağrıdır; ve bir dil görüşü olarak, "Kızıl Elma"
ülküsüne de uygun düşmektedir. Bu görüş, Batılı sözcüklere Osmanlıca
sözcükleri kullanarak karşılık önermeyi aksatamazdı ve aksatmamıştır. Osmanlıca
toplumbilim terimlerinin çoğu, Ziya Gökalp'in ve çağdaşlarının yaratısıdır.[iv]
Uluslaşma sürecimizdeki sıçramaların en büyüğü, kurtuluş ve bağımsızlık
savaşımızın kendisidir. Yeni harflerin kabulü ve dille ilgili olup da 1946'ya kadar
sürmüş atılımlar, böyle bir sıçramanın kaçınılmaz sonuçlarıdır. Tepki
özellikle Osmanlıcaya karşı olmuştur; çünkü ulus olarak belirmenin koşullarından
biri, Osmanlılıktan kurtulmaktı. Bu dönemde, dille ilgili çalışmaları devlet
yönetmiştir.[5]
Bununla
birlikte, Mehmet Emin Yurdakul'un 1897'de, Osmanlı-Yunan Savaşı sırasında Servet-i
Fünun'da yayınladığı "Ben bir Türküm, soyum, cinsim uludur."
diye başlayan "Cenge Giderken" adlı koşuğundaki ve öbür koşuklarındaki
dil, ve 1920'de ölen Ömer Seyfettin'in öykülerindeki o bugün bile hiç yadırganmayan
dil, Cumhuriyetten önceki gelişimin asla küçümsenemeyeceğini açıkça
kanıtlamaktadır. Edebiyat dili, daha o zamanlar, dilimizin en arınmış ve en
gelişmiş kesimi olmuştur ve bugün de öyledir.
1946'da
bize özgü bir çokparticiliğe geçilmiş ve dil çalışmaları tavsamaya
başlamıştır. 1951'de 1924 Anayasasının dili geri getirilmiştir. 1952'de, bir
genelge ile, ortaöğretimde "psikoloji, sosyoloji, mantık, felsefe ve pedagoji
terimleri"nin 1942'de kullanılmaya başlanan Türkçeleri bırakılıp Osmanlıca ve
Fransızca terimlere dönülmüştür. 1950'de politikaya da ağırlıklarını açıkça
koyan sınıfların başlıca niteliği gericiliktir. Ülkenin yabancı kapitale yeniden
açılması, o dönemin en önemli olgusudur. Devlet, "ileri dil"
çalışmalarını bırakmakla kalmamış, dili geri götürmeye de çabalamıştır.[6]
27
Mayıs'tan sonra devletin dilde gericiliği sona erer, ama devlet dil çalışmalarının
yöneticiliğini üstlenmez. 27 Mayıs hareketi, ulusal güçlerin gelişmesine
yolaçtığı için ulusaldır. 1961 Anayasasının getirdiği özgürlükler, özellikle
1964'ten sonra, felsefe, ekonomi ve politik ekonomi dallarında hızlı bir çeviri
akımına yolaçar ve canlı bir düşünce ortamı yaratır.[v] Çevirilerde,
genellikle, Türkçe sözcükler ve terimler kullanılır. Düşüncelerin eksiksiz,
açık anlatımı ve iletimi büyük önem kazanır. Bunun sonucu olarak, daha önce
önerilmiş Türkçe sözcüklerin ve terimlerin birçoğu yaşarlık kazanır; yaşama
gücü olmayanlar ayıklanır yerlerine yenileri önerilir, daha önce Türkçeleri
önerilmemiş birçok Batılı sözcüğe ve terime Türkçe karşılık bulunur. Bu arada
dilimize yeni Batılı sözcükler de girer. (Bunlar, dilimize ancak öyle bir dönemde
girebilecek sözcüklerdir.) Yaratılan sözcükler, çeviri yapılırken, daha da
önemlisi, düşünülürken, yazılırken, tartışılırken türetildikleri için sıkı
bir irdelemeden geçmişlerdir. Bundan ötürü, çoğunun yaşarılığını kolay kolay
yitirmeyeceği söylenebilir. Oysa daha önce önerilmiş sözcüklerin bazıları,
bundan sonra da ayıklanabilir; çünkü onlar, bazan yalınkat bir aktarma çabası
sırasında, bazan da karşılık olarak önerildikleri sözcükler çeşitli
ilişkileriyle birlikte düşünülmeden yaratılmışlar, gereği gibi
irdelenmemişlerdir.[vi] Örneğin, yadestetik, yadınkurun,
yadgerekircilik, eşinzaman, ortaşım,
nedensel, nedensellik... gibi terimler, bazıları arsıulusal
sözcüğü gibi Türkçenin diyalektiğine aykırı oldukları için bazıları da
olumsuzları ya da karşıtları önerilmediği ve izlenmiş yoldan da önerilemeyeceği
için kullanılmayacak,[vii] bugün kullanılanlar da bir süre sonra
bırakılacak ve onların yerini Türkçenin diyalektiğine uygun, düşüncenin her
türlü sınamasından başarıyle geçmiş sözcükler alacaktır.
Bugün,
toplumumuzun en gerici kesimi, 1950'lere oranla, gücünü hayli yitirdiği için,
devletin o yıllardakine benzer bir dil gericiliğine kayması beklenemez. Bununla
birlikte, politik ağırlığı da ele geçirmeyi başarmış görünen sınıfın
"uluslararası" eğilimi, dilimizin Batılı sözcüklere daha çok
açılabileceğini düşündürmektedir, ve artık, devletin dilimizi geliştirme
çabalarına yakın ilgi göstermesi olabilir gibi görünmemektedir. Fransız Resmi
Gazetesinde Anglosakson kökenli sözcüklere önerilen Fransızca karşılıkların
yayımlandığı 1973 yılında,[7] Türkçenin geleceğinin ilerici
aydınların uyanıklığına ve sorum duygusuna kaldığı duraksanmadan söylenebilir.
Son
yıllarda, açıkça yazılmış değilse de, Batı dillerinden sözcük almanın
sakıncalı olmadığı; çünkü insanlığın eninde sonunda bir tek ortak dili
olacağı, zaman zaman söylenmektedir. Bu ilerici (?) görüşe göre, dilimizin Batı
dillerine alabildiğine açılması bir (bu) zorunluğun kavranması sayılmalıdır. Bu
görüş, 1. bağımsız ulusların belirdiği ve geliştiği çağımızda, dilin
bağımsız ulus olmakla ilişkisini görmezden gelmektedir; 2. papağanlığa yolaçar;
3. şimdiden kestirilemeyecek uzak bir gelecekte gerçekleşeceği düşünülen bir
dilbirliğini günümüzün sorunu gibi sunmaktadır; 4. bir dili yabancı dillere
açmanın kişilerin elinde olduğu sanısına dayanmaktadır; 5. dilimizi Batı dillerine
açmanın gelecekteki dilbirliğine varacak sürecin belirli bir evresinde yeri olduğunu
ve bize özel görev (mission) düştüğünü ileri sürmektedir; ve bütün bunlardan
ötürü, ulusal ve bilimsel değildir, yanlıştır. Bu görüşün doğmasını
gerektirmiş ve belki yaygınlaşmasını da gerektirecek koşulları, ve böyle
görüşleri kimlerin ne için benimseyebileceğini kestirmek pek güç değildir.
İnsanlık dilbirliğine doğru ilerliyorsa, çağımız bu sürecin "ulusal
dil"lerin geliştiği aşamasında bulunmaktadır. Önce birçok ulusal dilin
gelişmesi, insanlığın pek uzak geleceklerde dilbirliğine varmasını neden önlesin?
Bununla birlikte, belirli bir gelişim aşamasına ulaşamamış dillerin bundan böyle
hızla ortadan kalkacağını, tükenmeye öncelikle aday dillerin de özellikle Afrika'da
ve Hindistan'da bulunduğunu söylemek, herhalde yanlış olmaz.
III
Bir
toplumun dili, o toplumun doğa ile (insan ve toplum doğadan ayrı düşünülmüyor)
kurduğu ilişkilerin yansısıdır. Başka bir söyleyişle, dil, doğayı tanıma,
yorumlama ve ona egemen olma yolunda varılan aşama ile sınırlıdır ve toplumun
gelişim aşamasına uygun düşer. Osmanlı toplumunun, yapısı gereği, bir dili
olmamıştır. Osmanlıca, egemen sınıfların kullandığı bir dil melezidir.
İmparatorluk sınırları içinde kalan halk, kökenlerine göre Türkçe, Arapça,
Rumca, Çerkezce, vb. konuşan kesimlerden oluşmuştu. Halkın Türkçe konuşan kesimi
doğa ile ilişkilerini yüzyıllarca belirli sınırlar içinde sürdürmek zorunda
kalmıştır; çünkü o da, halkın tümü gibi, belirli koşullar içinde sürekli
sömürülmekte ve ezilmekte idi.
Öte
yandan, Batı Avrupa'da burjuvazinin doğumundan sonra, geçmişte benzeri bile
görülmemiş hızlı bir ilerleme başlamış, insan emeğinin gittikçe artan
üretkenliği, doğayı tanıma, yorumlama ve ona egemen olma yolunda büyük atılımlara
yolaçmıştır. Belirli bir aşamada, bu gelişimin ürünleri olan ilişkiler,
çelişkiler, bilim, yapın (teknik), felsefe, evrenselleşmeye başlamıştır. Gelişim
sürecinin geri aşamalarında kalmış toplumlar (ya da uluslar), yaşamlarına hızla
giren yepyeni ilişkileri dile getirme sorunu ile karşılaşmışlar ve bu ilişkilerle
birlikte serpilmiş Batı dillerinden sözcükler almak zorunda kalmışlardır. Türkçe
için de böyle olmuştur. Bazı toplumlar, dilbirliğine ulaşamadıkları ya da dilleri
sözcük varlığı dışında da yeterince gelişmiş olmadığı için, emperyalizmin en
yaygın dillerinden birini, özellikle İngilizceyi, benimsemekten kurtulamamışlardır.
Batı
kaynaklı sözcükler sorununa bu açıdan bakılınca, Batılı dillerden hiç sözcük
almamanın ve alınmış sözcüklerin hepsine karşılık bulmanın olanaksızlığı
kavranır. Bu olanaksızlık, en genel anlamıyle dil'in diyalektiği ile
sıkı sıkıya ilişkilidir. Örneğin, atom sözcüğü Yunancadır ve parçalanamaz,
parçalanmaz, ya da kesilemez, demektir. Demokritos
yirmi üç yüzyıl önce bu sözcüğü kullandığı zaman ona Türkçe karşılık
önermek gerekseydi, yukardaki sözcükler, daha doğrusu o çağda Türkçede bu anlama
gelmiş sözcükler, atom'un karşılığı olabilirdi. Bu, atom üzerine
bildiklerimizin Demokritos'un düşüncesini aşmadığı yüzyıllara kadar bile böyle
olabilirdi. Oysa artık olamaz. Çünkü atom üzerine bildiklerimiz, Demokritos'un
varsayısını da çürüterek, ama o varsayımdan çıkarak, öylesine genişlik ve
derinlik kazanmıştır ki, bugün atom denince, maddeyi oluşturan parçalanamaz
bir nesne değil tersine, parçalanabilir, çeşitli parçaları olan, ve
parçaları bile parçalara (enerji kuantumlarına) ayrılabilir, daha da ilginci
hareket'e dönüşebilir bir küçük evren (microcosm) anlaşılır. Demek ki atom
sözcüğünün kökenine inilerek ona Türkçe karşılık önerilemez. Geriye şu yol
kalıyor: Atomu bir tek sözcükle ya da bileşik bir tek sözcükle tanımlamak! Oysa bu
tanım atom sözcüğüyle yapılmıştır ve yeryüzünde tek sözcükle
atomu tanımlayabilecek dil yoktur. Bu kanıtlama, bilgiseverlik ya da bilgeseverlik
anlamına gelen felsefe (philosophy) sözcüğü için de geçerlidir.
Tarihî gelişim sürecinde çok başka ve çok zengin birer anlam kazanmış sözcüklere
karşılık önermeye çalışmak boşunadır ve bilgiyi, düşünceyi çarpıtabildiği
için sakıncalıdır. Böyle sözcükleri Batı dillerinden oldukları gibi alırken,
türevlerine Türkçe kurallara göre onlardan türetilmiş karşılıklar önermek en
uygun yoldur. Örneğin, atom sözcüğü benimsendikten sonra,
türevlerine şöyle karşılıklar önerilmiştir ve önerilebilir:
|
Atomic |
|
: |
|
Atomsal, atomlu. |
|
Nonatomic |
|
: |
|
Atomsuz.[viii] |
|
Atomically |
|
: |
|
Atomsal olarak, atomsallıkla. |
|
Atomism |
|
: |
|
Atomculuk. |
|
Atomist |
|
: |
|
Atomcu (sıfat). |
|
Atomicity |
|
: |
|
Atomluluk. |
|
Nonatomicity |
|
: |
|
Atomsuzluk.[ix] |
|
To atomize |
|
: |
|
Atomlarına ayırmak, (sıvıları çok küçük
parçacıklara ayırmak ya da o halde püskürtmek anlamında) tozetmek, tozlaştırmak,
dumanlaştırmak. |
|
Atomizer |
|
: |
|
Tozeder, tozlaştıraç, tozlaştırır,
dumanlaştırır, dumanlaştıraç, vb. Bunların yerine
atomlamak, atomlar sözcükleri de önerilebilir. |
|
Sub-atom |
|
: |
|
Atom-altı, atomdan küçük.
(Aynı sözcükler sub-atomic için de, sıfat olarak kullanılabilir.) |
Bu tutum, dilin ulusallaştırılmasına ters düşmez. Buna, Türkçeye bazı
Batılı sözcükleri özümsetmek denebilir. Üstelik böylece, dilin evrensel bilgileri
ve düşünceleri kolayca anlatmaya elverir bir sözcük varlığına kavuşması da
sağlanır. Ancak, bu işin, sözcüklerin hepsi için eksiksiz başarılabileceği
söylenemez.[x] Örneğin, felsefe sözcüğüyle birlikte filozof
sözcüğünü de almak zorunlu görünmektedir. Ama bu iki sözcüğün dışındaki
türevlere, onları kullanarak ve gene Türkçenin kurallarına uyarak karşılık
önerilebilir.
Kendilerine
karşılık önerilemeyecek sözcükler arasında, belirli bir çağda, belirli bir
toplumda, çok özel koşullarda belirip yokolmuş ilişkileri, durumları vb. dile
getiren sözcükler de vardır. Bunlar, bir çeşit ölü sözcüklerdir. Örneğin, derviş
sözcüğü, İngilizcede, Almancada, Fransızcada, Türkçedeki anlamıyla kullanılır.
Hiç bir öztürkçeci, o sözcüğün Farsça kökenli olduğunu düşünerek ona
Türkçe karşılık önermeye kalkışmamıştır ve kalkışmayacaktır. Batı
dillerinde de böyle sözcükler vardır ve onlara karşılık aramak gereksizdir.
Burada,
özel adlardan gelen sözcükler üzerinde de durulmalıdır. Örneğin, röntgen
sözcüğü Alman fizikçi Wilhelm Konrad Röntgen'in adından gelmektedir. Bu sözcüğe
karşılık aramak gerekli midir? Ama Louis Pasteur'ün adından gelen pastörizasyon
sözcüğünü, kökendeşleriyle birlikte şöyle Türkçeleştirmek denenebilir:
|
Pastörize (süt, vb.) |
|
: |
|
Pastörlü, pastörlenmiş (süt,
vb.). |
|
Pastörize etmek |
|
: |
|
Pastörlemek. |
|
Pastörizasyon |
|
: |
|
Pastörleme. |
|
Apastörize (?) |
|
: |
|
Pastörsüz, pastörlenmemiş. |
Başka bir örnekte bundan da ileri gidilebileceği görünmektedir. Makadam
sözcüğü, İskoçyalı Mac Adam'ın adından gelmektedir. Kırma taş döşenip iyice
bastırılarak yapılmış yol ve böyle yolların yapımında kullanılan "kırma
taş" demektir. Bir de macadamize (makadamlamak) sözcüğü
vardır. Dilimizde kömür kırığı anlamına kullanılan mucur
sözcüğü, kırma taş anlamına da kullanılmaktadır. Öyleyse, yukardaki sözcüklere
şöyle karşılık önerilebilir:
|
Macadam |
|
: |
|
1. Mucur. 2. Mucuryol. |
|
To macadamize |
|
: |
|
Mucurlamak. |
(Bu öneriler yalnızca denemenin amacına uygun düştükleri için
önemlidir; çünkü artık mucuryol yapılmamaktadır.)
Bütün bu
örnekler, özel adlardan gelen sözcüklere karşılık önerme olanakları bulunduğunu
göstermektedir. Ama böyle sözcüklerin de hepsine karşılık önerilemez.
Yukarda
belirtilen sözcük türlerine herhalde başkaları da katılabilir. Ama bu irdeleme,
Batılı sözcüklere karşılık önermede umutsuzluğa kapılmanın gereği
olmadığını açıkça göstermektedir. Türkçeleri bulunabilecek sözcükler,
Türkçeleri bulunamayacak sözcüklerden kesinlikle daha çoktur.
Böyle bir
deneme, sorunun "özgürlük sorunu" ile de ilişkili olduğunu anmadan
bitirilebilir mi? 
1 Türk Dili,
1 Mart 1973, s.732.
2 - 3 Prof. Dr. Samim Sinanoğlu, Tahsin Saraç, Emin Özdemir, Batı
Kaynaklı Sözcüklere Karşılık Bulma Denemesi I, (TDK yayını, Ankara,
1973), TDK adına yazılmış önsöz, s. 5.
4 Osmanlıcanın diyalektiği ile Arapçanınkini bir tutmak da yanlıştır.
Kimi öztürkçeciler, özleştirmeciliğe yöneltilen "uydurmacılık"
suçlamasına karşı, Osmanlıcada da "uydurma" sözcükler olduğunu,
örneğin mefkûre, tayyare gibi sözcüklerin Arapçada
bulunmadığını söylemektedirler. Oysa bunlar, birer Osmanlıca sözcük olarak,
gerçekten güzel sözcüklerdir. Arapçada bulunmamaları, onların "uydurma"
olduğunu kanıtlayamaz. Arap, denizaltı'ya Osmanlı gibi taht-el-bahr,
altbilinç'e taht-el-şuur mu demektedir? Osmanlıcada
bulunup da Arapçada bulunmayan, ama Arapça kökenli ve Arapçanın kurallarına göre
türetilmiş başka sözcükler de olduğunu ileri sürmek pek mi yanlıştır? Dil
konusundaki bir çalışmasiyle bu yılın Yunus Nadi Armağanı birinciliğini kazanan
Haldun Derin, "... Türk Dil Kurumu'nun çabalarına yönelik suçlamalar içinde en
çok uydurma dil suçlamasını eleştiriyor" ve şöyle diyormuş: "Bütün
diller uydurmadır. Bu suçlama son derece yersizdir ve hiç bir anlam taşımıyor."
(Cumhuriyet, 2 Temmuz 1973.) Bütün bunlardan,
"uydurmacılığın" alttan alta değil, açıkça kabul edildiği
anlaşılmaktadır. Bu ayrı bir konudur. Ama şunlar söylenebilir: Diller uydurma
değildir. Türkçenin gelişmesi sırasında "uydurmacılık" da işe
karışmıştır. Ama artık "uydurmacılık" olamaz. Dil sorunu bilimsel olarak
ele alınacaksa, açık yürekli olmak ve geçmişteki yanılgıları nedenleriyle
birlikte korkmadan sergilemek zorunludur. Bunu, özellikle o günleri yaşamış kişiler
yapmalıdır.
Öte yandan, çağdaş Arap aydınları, Arapçada devrim yapılması gerektiğini
savunmaktadırlar. Örneğin, M. Katep Yasin şöyle demektedir: "Bir dil kutsal
olmamalıdır. Arapça, kendisine dokunulmayan Kur'an dili olmamalıdır. Dili
değiştirmek, onda devrim yapmak gereklidir." (M. Katep Yasin'in bu konudaki
görüşleri için Maurice Guarnier'in La Derniére Chance du Tiers Monde
adlı kitabının eğitim ile ilgili kesimlerinin çevirisine bkz. Hamide Topçuoğlu,
Mahmut Tezcan, Yahya Akyüz, İsmail Sandıkçıoğlu, Eğitim Sosyolojisi (Kaynak
Metinler), A. Ü. Eğitim Fakültesi Yayınları No 14, Ankara, 1971, s. 117.)
Araplar, çağdaş bilimin ve yapının (tekniğin) gereklerine uygun bir dil
özlemektedirler. Bu durumda, insan şöyle düşünmekten kendini alamıyor:
Osmanlıcanın diyalektiği ile Arapçanınki de belirli noktalarda çakışmış olmak
gerekir. Bunun Arap aydınlarına, dil sorunlarını çözmede yardımı olamaz mı? Konu
ilginçtir, ama Arapların dil sorunu Araplarındır.
5 Macit Gökberk, felsefe terimleriyle ilgili olarak, durumu şöyle anlatır:
"O yıl İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümünde doçenttim. Hepimizi, yani
bölümün bütün öğretim üyelerini 1942 Şubat tatilinde Ankara'ya çağırdılar.
Felsefe terimlerini Türkçeleştirmek konusunda çalışmak, görüşmek üzere diye
gidiyorduk; ya da böyle olacağını sanıyorduk. Oysa bizlere pek iş düşmedi:
Terimleri hazırlanmış bulduk; birer birer oya konuyorlar, tolantıya katılan Bakanlık
görevlilerinin sağladığı çoğunluk oylarıyle rahat rahat geçiriyorlardı. Bizlerin
sözü pek dinlenmedi." (Türk Dili, 1 Mayıs 1973, s. 811.)
[Öner Ünalan, "5 Ocak '98" tarihli "Dil Günlüğü"nde, Türkiye'de
bir dönem, "dille ilgili çalışmaları devletin yönettiği" ve
yönlendirdiği savı ile ilgili bir başka örnek veriyor. Bkz.: Ragıp Gelencik,
"Dil Günlüğü", Evrensel Kültür (dergi), sayı 82, Ekim 1998, s. 45.
(Sözkonusu günlüğü okumak için buraya tıklayınız.)]
6 Ataç'ın dilde aşırılığı bu döneme raslar ve ölümüne kadar sürer.
Onun aşırılığı olup bitenlere tepkidir. Osmanlıcaya amansızca karşı çıkan
Ataç, okullarımızda Yunanca va Lâtince öğretilmek koşuluyla, Batı dillerinden
sözcük alınabileceği görüşündedir. Bu, onun tutumunda "ulusal dil"
kaygsından çok, papağanlıktan (psittacisme) tiksinmenin başat olduğunu
düşündürür. Ataç, dilde aşırılığı denediği ve aşırılığın
çıkmazlığının son örneğini verdiği için yararlı olmuştur. Dilde aşırılık,
dilin yabancı sözcükleri özümseme gücünü görmezlikten gelmektir.
[Öner Ünalan'ın, Nurullah Ataç'ın dilsel tutumuyla ilgili görüşleri için,
özellikle, iii. ve x. sonnotlarda adı geçen yazılarına bakınız.]
7 Bkz. Türk Dili, 1 Mart 1973 ve 1 Mayıs 1973, s. 735 ve s.
137. [1 Mayıs 1973 tarihli Türk Dili'nin kaynak gösterilen sayfası, herhalde, '137'
değil, '837' olacak.]
i Ragıp Gelencik, "Batı
Kaynaklı Sözcükler Sorunu", Soyut (dergi), sayı 64, Kasım 1973, s. 51-61.
Yazıyı, basılı metne ve Öner Ünalan'ın basılı metin üzerinde yaptığı
düzeltmelere uygun aktardık; "dolayısıyle", "önermeğe",
"tutumlarıyle", "başarıyle", "anlamıyle",
"çalışmasiyle", "oylarıyle" gibi deyişleri de koruduk.
ii Öner Ünalan'ın eklemesi.
iii Öner Ünalan'ın, Karamanoğlu Mehmet Beyin "Türkçeyi devlet dili
yapması" ile ilgili çözümlemesi için bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve
Dilsel Sorun", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s.
25-46. (Öner Ünalan'ın bu yazısı ilk kez "Nesin Vakfı 1977 Edebiyat
Yıllığı"nda yer almıştır.) Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.
iv Öner Ünalan, "20 Ağustos '97" tarihli "Dil
Günlüğü"nde, XIX. yüzyılda başlayan uluslaşma sürecinin dile yansımasını
çok çok kısa özetliyor. Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Günlüğü", Evrensel
Kültür (dergi), sayı 78, Haziran 1998, s. 42. (Sözkonusu günlüğü okumak için buraya tıklayınız.)
Ziya Gökalp ve çağdaşlarının dilsel tutumlarıyla ilgili olarak bkz.: Ragıp
Gelencik, "Türkçenin Olumsuz Sözcük Sorunu", Dil ve Politika (Fe
Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 129-136. (Öner Ünalan'ın bu yazısı ilk kez
Soyut dergisinde (Ragıp Gelencik, "Türkçenin Olumsuz Sözcük Sorunu", Soyut
(dergi), sayı 89, Mart 1976.) yayınlanmıştır.) Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.
v Öner Ünalan, bu yazısında, Milli Eğitim Bakanlığı'nın çeviri
çalışmalarından söz etmiyor. Sonraki bir yazısında, konuyla ilgili şöyle söyler:
"Türkçenin gelişmiş Batılı dillerle doğrudan veya geniş çapta
karşılaşması 1939-49 döneminde olur: MEB'nin çeviri yayınları! Amaç, klasik
burjuva kültürü ve kaynaklarını aktarmaktır. Bu işin gereği gibi ve yeterince
yapıldığını söylemek güçtür. Ama Türkçe bu çalışmalardan gene de kazançlı
çıkar. Bu çalışmalarda şöyle bir güçlükle karşılaşılır: Batıda
tarihsel-toplumsal-ekonomik gelişimle birlikte, yaşanarak, kimi şeylere ve onları
adlandıran sözcüklere varılmıştır. Oysa Türkiye toplumu onlardan yoksundur. Sorun,
ilk bakışta göründüğü gibi, yalnızca birtakım sözcüklerin Türkçede yokluğu
değildir; birtakım şeylerin de Türkiye toplumunda yokluğudur. Dilsel sorun, gerçekte
bir şeyler yokluğu veya eksikliği sorunudur; ama bir sözcük sorunu gibi
görünür." (Ragıp Gelencik, "Dil Sorunu ve Dilsel Sorun", ... Bkz.: iii.
sonnot.)
Burada, Öner Ünalan'ın, "1961 Anayasasının getirdiği özgürlüklerin,
özellikle 1964'ten sonra, hızlı bir çeviri akımına yolaçtığı" dönemde,
"Türlerin Kökeni", "Fiziğin Evrimi", "Ütopik Sosyalizm ve
Bilimsel Sosyalizm" gibi bilimsel yapıtları Türkçeye çevirdiğini de
anımsatalım.
vi Öner Ünalan, sözcüklerin "çeşitli ilişkileriyle birlikte
düşünülmeden" önerilmeleri konusunda, Dil Günlüğü adlı kitabında
yer alan "18 Ekim '95" tarihli günlüğünde şöyle söyler: "Birtakım
yabancı sözcüklere Türkçe karşılıklar önerilirken, birbirleriyle ilişkili
kavramlar gibi onların adları olan sözcüklerin de öbekler oluşturduğu unutulursa,
çeşitli sorunlara yol açılıyor. ... Örneğin, önerilmiş Türkçe sözcükten yola
çıkılarak o sözcüğün adı olduğu kavramın yer aldığı öbekteki öbür
kavramlara ad bulunamıyor. Türkçe sözcüğü önermiş kişi veya kişiler düşünme
veya düşünce ile dil ilişkisini gereği gibi dikkate almayı savsamışlarsa
genellikle böyle oluyor.
"Türkçeyi koruyup geliştirmek, birtakım yabancı sözcüklere Türkçe
karşılıklar bulmaktan çok daha geniş ve çetin bir iştir. Türkçeyi koruyup
geliştirmek, çağdaş Batılı diller ile düşünme veya düşünce arasında kurulmuş
ilişkileri Türkçe ile kurmak demektir. Bu böyle anlanmazsa boşa kürek çekmekten
kurtulamayız." (Bkz.: Öner Ünalan (Ragıp Gelencik), "Dil Günlüğü",
1. baskı, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, Ocak 2012, s. 52.)
Öner Ünalan, bu konuyla da ilgili olarak, olasılıkla 2006'da, aile içinde bir
söyleşi sırasında şöyle söylemiştir: "... 'Sempatik' adam, 'sevimli'
adam, falan filan denmek gerekiyor. Şimdi aslında 'sym.pa.thy', 'duygudaş' demek. Ama
şimdi bu iş bu kadar basitçe bitmiyor, dilde. 'Sempati'ye 'duygudaş' diyorsun, peki
ama sonra başka bir sözcük çıkıyor karşına, ne diyeceğini şaşırıyorsun.
Çünkü Türk Dil Kurumu, Atatürk'ün geliştirdiği Türk Dil Kurumu, bu konuda öyle
kafa yormamış, yani bilimsel çalışmamışlar. Onlar daha çok, böyle, eğitim,
öğretim dili, bürokrat dili falan, bunu düşünmüşler. Yani, düşünce dili nasıl
geliştirilmeli, bunu düşünmemişler. O bakımdan, böyle açıkta kalıyor, yaya
kalıyor bu iş. ... Neyse, orada bir takım yollar göstermişiz, biz. İşe yarar mı,
yaramaz mı, Türkçe nasıl gelişecek..." (Öner Ünalan'ın sözlerini,
sayısal kayıttan, olduğu gibi aktardık.)
Öner Ünalan, bir yazısında konuyu Türk Dil Kurumu'nun dil geliştirme çalışmaları
bakımından şöyle irdeler: "TDK 1932'de, Türkçeyi resmî dil olarak geliştirmek
için kurulmuştur. Resmî dilden ne anladığımı da söylemeliyim: Bir ülkedeki
bütün resmî işlerde (resmî eğitim ve öğretim de birlikte olmak üzere)
kullanılması zorunlu dil! ... TDK 1950'lerin başlarına kadar resmî dili geliştirme
görevini yerine getirir. Resmî dilin geliştirilmesinden resmen vazgeçilince, TDK
üyesi küçük-burjuva aydınlardan kimileri, gerçekte resmî ideolojiye aykırı
düşmeden, şovenci bir anlayışla dil geliştirme işini sürdürürler. ... TDK'nin
tutumu, özünde, 27 Mayıs Darbesinden sonra da değişmez. Kurum, Türkçeyi her zaman
resmî ideolojinin sınırları içinde geliştirmeyi amaçlamıştır. ... Yürülükteki
yasalar karşısındaki görünüşü ne olursa olsun, TDK her zaman hiç değilse
yarı-resmî bir kuruluş olarak kalmıştır. ... TDK Türkçeyi ulusal ve modern
bir dil olarak geliştirmek için çaba göstermiş değildir. Oysa bugün gereksenen,
Türkçeyi modern bir ulusal dil yapmaktır. ...
"TDK'nin süregelen tutumunu kanıtlamak için de bir tek örnek yeter: Nerde
Türkçenin modern dillerle ve onların gelişimini etkilemiş klasik dillerle
karşılıklı sözlükleri? Nerde her gerekseyenin güvenerek başvurabileceği bir
Türkçe sözlük? Bu iş için TDK'ye yarım yüzyıl az geldiğine göre, daha kaç
yarım yüzyıl beklenecek? Yabancılar, Türkçe ile kendi dilleri için sözlükler
hazırlarken neden yarım yüzyıl gereksemiyorlar? Çeşitli sözlükler hazırlamada
bireyler neden TDK'yi geçmiştir?" (Bkz.: Ragıp Gelencik, "Paşa'sız TDK
Kurultayı Dolayısıyla Söyleşi", Türkiye Yazıları (dergi), sayı 16, Temmuz
1978, s. 8-10.) Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.
Burada, Öner Ünalan'ın 4. dipnottaki şu sözlerini yinelemekte yarar var: "Dil
sorunu bilimsel olarak ele alınacaksa, açık yürekli olmak ve geçmişteki
yanılgıları nedenleriyle birlikte korkmadan sergilemek zorunludur. Bunu, özellikle o
günleri yaşamış kişiler yapmalıdır." (Yukardaki 4. dipnota bakınız.)
vii Bkz. Ragıp Gelencik, "Türkçenin Olumsuz Sözcük Sorunu", ...
(Bkz.: iv. sonnot.)
viii - ix Öner Ünalan, bu iki satırı basılı metne elyazısıyla eklemiş
ve 'atomsuz'la (nonatomic) ilgili olarak, şu tümceyi yazmış: "Işık, maddenin
atomsuz (nonatomic) hallerinden biridir."
x Öner Ünalan'ın, "bazı kavramlarla birlikte, onların yabancı
dillerdeki sözcüklerini de almanın bir zorunluk olabileceği" görüşüyle ilgili
olarak bkz.: Ragıp Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı?", Dil ve Politika
(Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 73-81. (Öner Ünalan'ın bu yazısı ilk kez
Türkiye Yazıları dergisinde (Ragıp Gelencik, "Neden Yana, Neye Karşı?",
Türkiye Yazıları (dergi), sayı 2, Mayıs 1977, s. 14-16.) yayınlanmıştır.)
Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.
|
|