|
DİL SORUNU VE DİLSEL SORUN[i]
Önyargıların, kimi yanlış kanı ve sanıların öteden beri başat
olduğu bir konuyu böyle dil sorunu ve dilsel sorun diye bölmekte
yarar var. Dil sorununda şuna yanıt aranır: Hangi dil? (Örneğin, bizde Osmanlıca
mı, Türkçe mi?) Dilsel sorunda ise yanıtı aranan şudur: Ulusal dil (bizde Anadolu
Türkçesi) nasıl korunup geliştirilebilir? 1976 Türkiyesinde bu iki sorunun da var
olduğunu sananlar görülüyor.
Bu iki sorun, ulusal sorundan ayrılamaz, kesin ve son çözüme onunla birlikte
kavuşacaktır. Onun içindir ki ulusalcılıkla ilgili tarihsel olgular göz önünde
tutulmadan bu sorunlara sağlıklı yaklaşılamaz. "Bir ulus dil, ülke, ekonomik
yaşam ortaklığı ve kendisini kültür ortaklığında dışavuran ruhsal biçimlenme
birliği temeli üzerinde tarihsel olarak varlık kazanmış kararlı (stabil)
bir insan topluluğudur."[1] Modern uluslar ve ulusalcılık, Batı
Avrupa'da, burjuvazinin ekonomik egemenliğiyle birlikte doğar. Ulusalcılık, bir
burjuva ideolojisi ve politikası olarak, kapitalci toplum yükselirken, ilerici bir rol
oynar; feodalliğin giderilmesinde belirli bir payı vardır. Ulus da bir ülke
burjuvazisinin öbür ülkeler burjuvazilerine karşı ekonomik ve politik güvencesi
olur. Bundan ötürü, örneğin XVII. yüzyıldan başlayarak, XIX. yüzyılın
ortalarına dek, Almanya'da dilsel sorunu çözmeyi (Almancayı koruyup geliştirmeyi)
Alman ulusal burjuvazisi üstlenir. 1973'te Fransa'da, özellikle ikinci emperyalist
savaştan sonra Fransızcaya girmiş Anglosakson kökenli sözcüklere savaş açılır.
Bu olay ile Fransız burjuvazisinin uluslararası kapitale direnmesi arasındaki
koşutluk ilginçtir. (Bununla birlikte, olayı gereğince incelemeden kesin bir yargıya
varmak sakıncalıdır.)
Burjuva ulusalcılığı, özellikle emperyalist dönemde, sık sık saldırgan bir
biçime, şovenliğe bürünür, ırkçılıkla bağlantılanır; kapitalin
uluslararasılaşma süreciyle birlikte kozmopolitikle ve antikomünistlikle
bütünleşir; ve artık amaçları, 1) sınıf kavgasını gevşetip saptırmak; 2)
sömürülen sınıfların ve halkların bilinçlenmesini engellemek olan burjuva
ulusalcılığı, gerici bir ideoloji ve politika olur.
Öte yandan, ayırıcı özelliği antiemperyalistlik olan yeni bir ulusalcılık doğar.
Bu ulusalcılık, sonraki gelişimine göre, ilerici veya gerici bir ideoloji olabilir.
Dil sorunu ve dilsel sorun, kimilerinin sandığı gibi, ulusal sorunun doğumundan daha
geriye götürülemez. Örneğin, Karamanoğlu Mehmet Beyin Farsça yerine Türkçeyi
devlet (?) dili yapmasında (1277), Ali Şir Nevaî'nin Muhakemetü'l Lugateyn'i
yazmasında (1499) ulusalcılık aramak boşunadır. Türkiye, "Türkiye"
adını Anadolu Selçuklu Sultanlığı döneminde alır. O çağ insanlarının ülkeyi
böyle adlandırması, bir olgunun saptanmasından başka bir şey değildir. Anadolu'da
dinsel ve budunsal bakımdan karışık bir halk yaşamakla birlikte, Türkler kesinlikle
çoğunluktadır.[2] Anadolu'da konuşulan başat dil Türkçedir. Farsça,
Karamanoğlu Mehmet Beyin buyruğunda belirttiği gibi, yalnızca divanda, dergâhta,
bargâhta, mecliste ve meydanda konuşulur. Türkler, özellikle Güney ve
Güneydoğu Anadolu'da ve Batı uçlarında, genellikle göçebe Türkmen yaşamını
sürdürürler. Bu göçebe Türk boyları ve oymakları, başlarındaki beylerin
yönetiminde epey özerktirler; ama devlete veya devletin iktâ sahibine yıllık belrili
bir "mukarrerat" verirler.[3] Burada Türk boy ve oymaklarının iki niteliği
üzerinde özellikle durulmalıdır: Göçebelik ve belirli bir özerklik. Büyük
Selçuklu Sultanlığı döneminde Selçuklular, başarılarını göçebe Türk boy ve
oymaklarına borçludurlar. Ama doğudan sürekli olarak yenileri akan bu göçebe
topluluklar, yalnız kendi yaşam biçimlerinin gerekleriyle ilgilendikleri için,
Sultanlığın çözmeye çalışıp da bir türlü çözemediği başlıca sorun olarak
kalırlar.[4] Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nda da öyledirler. Sınıflı
bir toplumda göçebe topluluklar üretenlerin ve üretimin denetlenmesini
güçleştirdiklerinden, onların dışındaki bir sömürü düzeneği istendiğince
başarılı işleyemez. Böyle topluluklar önemli bir çoğunlukta iseler, onlara belirli
bir özerklik tanımak bağış değilidr; tersine, zorunluktur. Yaşam biçimleri
yüzünden göçebe toplulukları ideolojik bakımdan eritmek de güçtür. Ancak, o
toplulukların yaşadıkları alan sınırlıysa -ki Anadolu Selçuklu Sultanlığı'nda
öyledir- başlıca dayanakları olan coğrafya, belirli mevsimlerde ve koşullarda,
üzerlerinde belirli bir egemenlik kurulabilmesinin de nedeni olur. Bundan ötürü,
Moğol saldırısı ve soygunu, Anadolu'daki göçebe Türk boy ve oymaklarını da
büyük ölçüde etkiler. Baybars Moğolları yenince, politik gücü Konya'daki
işbirlikçilerden almaya çalışan ve dağlık Güney Anadolu'da barınan "kızıl
külahlı, çarıklı ve kara kilimli kaba göçebeler" ile Konya'ya girip kenti
yağmalayan Karamanoğlu Mehmet Beyin yaptığı, yoğun bir sömürüye başkaldırmaktan
başka bir şey değildir.
Karamanoğulları, politik sahneden silindikleri 1470'lere dek, oymak yapılı kalmaktan
kurtulamaz, ele geçirdikleri alan merkeziyetçi bir düzen kurmalarına uygunsa da, bunu
başaramazlar. Karamanoğlu Mehmet Beyin kurduğu düzen, bir oymaklar topluluğu
sistemidir.[5] Bir oymaklar topluluğunda ise, onların ortak dilinden
(Türkçeden) başka bir dile gerek duyulmayacağı besbellidir. Mehmet Beyin
Türkçeciliği, bu zorunluğa boyun eğmektir.
Öte yandan, Mehmet Beyin çağdaşı Mevlânâ Farsça yazar. Mevlevilik kentlerdeki
varlıklı sınıfları okşar, ilkelerini Sünnilik ile uzleştırmaya, medreseleri
karşısına almaktan kaçınmaya çalışır, egemen güçlerin desteğini sağlar.
Mevlânâ, yaşadığı toplumun sınıfsal yapısını bilen, politikayla çok ilgili,
kendi toplumsal konumuna tümüyle uygun davranan bir kişidir. Gerekli gördüğünde
Moğollarla işbirliği yapar ve Türkleri aşağılar.[6] Ama, dil konusunda
Mevlânâ'yı yermek, Mehmet Beyi övmek gibi yersizdir. Mehmet Beyin Türkçeciliği
gibi, Mevlânâ'nın Farsça yazması da bir zorunluk sonucudur. Mehmet Beyin davranışı
ulusal olmadığı gibi, Mevlânâ'nınki de ulusaldışı değildir; çünkü o çağın
olaylarına ulus ve ulusalcılık açısından bakılamaz.
Ali Şir Nevaî'nin genellikle Türkçe yazmış, özellikle de yazmış Muhakemetü'l
Lugateyn'i olmasında da ulusalcılık aranamaz. Mevaî, Muhakemetü'l Lugateyn'de,
o çağ şairlerinin hangi dili, neden el üstünde tuttuklarını şöyle açıklar:
"ta mülk Arap halifelerinde ve sultanlarında idi, felek o vakit nazm yazanlara Arap
dili ile cilve verdi. ... Çün mülkün bazı iklimlerinde ve ülkelerinde Sart
sultanları müstakil oldular, o münasebetle Farsi-guy şairler zuhur kıldılar. ... Ta
mülk Arap ve Sart sultanalrından Türk hanlarına intikâl etti ... Türk dili ile
şairler peyda oldular."[7] Açıkça şöyle de der: "bu sultanlar
sultanının kimya-eser hatırı ve hurşid-asar zamiri dahi ona mayil ki, Türk
nâzımları öz lâfızları ile şi're meşgulluk kılgaylar."[8] Nevaî de bu
gerekçeden, kendisini koruyup kollayan çevreden ötürü genellikle Türkçe yazar.
Öyle görünüyor ki gene bundan ötürü daha ileri gidip tuttuğu yolu yüceltmek için
Muhakemetü'l Lugateyn'i kaleme alır. Nevaî'nin Arapçaya hiçbir diyeceği
yoktur: "Arap dili fesahat ayini ile mümtaz ve belagat tezyini ile mucize-tırazdır
ki, hiç tekellüm ehlinin bunda davası yoktur."[9] Kur'an dilinden böyle söz
etmesi çağının koşullarına uygundur. Nevaî Sartları da Sart dilini de yermez;
tersine, onları över. Yapıtlarında % 20-25 oranında Farsça sözcük bulunan[10],
Farsça bir divanı da olan Nevaî, Muhakemetü'l Lugateyn'de Farsça
karşılıkları bulunmadığını bildirdiği 100 Türkçe sözcüğü sıralarken,
Türkçede karşılıkları olmayan Farsça birçok sözcük bulunduğunu bilmiyor olamaz.
Nevaî'nin çağdaşı olup da Farsça Yazmış şairler, Muhakemetü'l Lugateyn'i
okurlarken, büyük bir anlayışla gülümsemiş olmalıdırlar.
XV. yüzyıldan XIX. yüzyıla sıçramadan ve Türkiye'de ulusalcılığın doğumunu,
dil sorununu ve dilsel sorunu kısaca tartışmadan önce, Nevaî'nin dilindeki bir
görüngü üzerinde durup Osmanlıca olgusunu nesnel bir açıdan değerlendirmek yerinde
olur. Nevaî XV. yüzyılda, Çağatayca yazar, Osmanlılıktan etkilendiği söylenemez;
ama dilinde, hele resmi bir tavır takındığı zaman, Çağataycaya özgü kimi yanlar
sayılmazsa, Osmanlıcanın ana çizgileri görülür. İşte Muhakemetü'l Lugateyn'den
iki örnek:
"Tekellüm ehli hırmeninin huşe-çini ve söz dürr-i semini mahzeninin emini ve
naz gül-istanının andelib-i nagme-serayi, yani Ali Şir el mütehallıs Bi'n-Nevayî,
gufire zunubuhu ve sütire uyubuhu mundak arz kılur kim, söz dürridür kim anın
deryası köngüldür." Ve "Asalet bahrının dürr-i sah-varı, adalet
madeninin gevher-i ali-mikdarı, sipahbüdlig merekesinin Rüstem-i Destanı, siperdarlıg
meydanının Sam-ı Nerimanı, ser-efrazlıg tacının gevheri zibendesi, bezm-sezlıg
sipihrinin anter-i ferhundesi, cihan-darlıg bezminin İskender-i Cemşid-cahı,
cihangirlig encümeninin hurşid-i alam-penahı, rifat cihanının Kulle-i
gerdun-hıraşı, adalet sipihrinin sahab-ı gevher-paşı, fazl u kemal hadekasının
mardümek-i binası, tekellüm ü mekel hadikasının bübül-i hoş nevası Es
Sultanü'bnü's-Sultan El Hakanü'bnül-Hakan muizzü's saltanatı ve'd-dünya
ve'ddin..."[11] Doğrusu bu parçalarda Bâki'nin (XVI. yüzyıl) Kanunî
Mersiyesi'ni anımsatan bir hava vardır:
"Ey pay-bend-i demgeh-i kayd-i nam ü neng
Takey heva-yi meşgale-i dehr-i bidireng." |
Bu, Çağataycanın da Anadolu Türkçesinin de, Farsça
ve Arapçadan belirli bir oranda aynı yolda etkilendiğini gösterir. (Burada söz konusu
olan yazılı dildir.) Bundan dolayı, Osmanlının devşirilen oğlanları en çok
Anadolu'daki sipahilerin yanına, Türkçe konuşan reayanın yanına yolladığını;
devşirmelerin orada herhalde basit bir Türkçe öğrendiklerini, daha sonra İstanbul'da
ve Edirne'de Arapça ve Farsça öğrendiklerini, bu dillerin karmasından da Osmanlıca
denen dilin geliştiğini söylemek,[12] üstünkörü bir yaklaşımdır.
Bununla birlikte, Osmanlı tarihinde birbirine en çok benzeyen iki görüngü,
kapıkulluğu ile Osmanlıcadır: Birincisinde insanlar, ikincisinde diller, toplumsal
kaynaklarından koparılıp halka yabancılaştırılmıştır. Ama Osmanlıca,
kapıkulluğunun sonucu değildir. Osmanlıca ile kapkulluğu, ikisi de, aynı nedenlerin
sonucu olmak gerekir. Fatih Sultan Mehmet'ten sonra politik sahnede ağır basmış, daha
sonra da hasımsız kalmış olan kapıkullarının Osmanlıcanın doğumuna yol
açtıklarını öne sürmek, sınıfsal sayılabilecek bir açıklama çabasıdır; ama
öyle görünüyork ki başarılı değildir. Osmanlıca, amaca göre, Ziya Gökalp gibi,
"Arapça, Acemce ve Türkçenin kamuslarını, sarflarını, nahivlerini
birleştirmekle husule gelen" bir çeşit "Esperanto" ve "Her mâna
için lâakal üç şekil, her edat için lâakal üç lafzı olan sun'i halitası"[13]
diye tanımlanabilir. Bu tanımlarda gerçeklik payı da bulunabilir. Ama Osmanlıca, her
şeyden önce, anadilleri Türkçe olan ve/veya günlük yaşamlarında Türkçe konuşan
insanların belirli tarihsel-toplumsal-ekonomik koşullarda yarattıkları veya daha
doğrusu, yaratmak zorunda kaldıkları bir dildir. Yapısı bakımından şöyle
formülleştirilebilir: Türkçe çatı + (Türkçe x Farsça x Arapça) = çatısı
Türkçe olan üçlü bir dil melezi veya karması. Ancak, Osmanlıca, böyle olduğu
içindir ki, bu formüldekinden farklı ve daha fazla bir şeydir. Örneğin, Türkçe,
Farsça, Arapça, vb. gibi konuşulmuş değildir; bir imparatorluğun resmi, ve egemen
çevrenin yazınsal dilidir. Öyle sıradan bir jargon sayılamaz. Osmanlıcanın
gelişiminde iki evre vardır:
1) Klasik evre. Bu, Anadolu Selçukluları zamanında başlayıp XIII. yüzyılda Şeyyat
Hamza, Dehhanî gibi şairlerden, XIX. yüzyılda İzzet Molla, Vasıf gibi şairlere dek
yazınsal bakımdan,[14] resmi belgelerle de resmi bakımdan izlenebilir.
2) "Avrupaî mefhumlar" ile karşılaşıldıktan sonraki evre. Bu, XIX.
yüzyıl boyunca ve İmparatorluğun yıkımına dek sürer. Bu evrede, örneğin Ziya
Gökalp gibi Türkçüler de, türettikleri terimlerle, Osmanlıcanın gelişimine
katkıda bulunurlar.
Osmanlıca, gelişiminin belirli bir aşamasından sonra, hiç kuşkusuz, Türkçe
değildir; gene de, her zaman, Farsça ve Arapça olmadığı oranda Türkçedir. Onun
içindir ki Doksan Üç Kanunu Esasisinde, devlet hizmetinde çalıştırılacaklar için
"Tebai Osmaniyenin hidematı devlette istihdamı için devletin lisanı resmisi olan
Türkçeyi bilmeleri lâzımdır"[15] denmesi pek de yadırgatıcı
değildir.
Osmanlı İmparatorluğu'nda, başka ulusallıkların yanında, başlangıçtan beri bir
Türk ulusallığı (nationality) vardır. Ancak, Türk Ulusundan söz
edilebilmesi için Kurtuluş Savaşı'nın verilmesi gerekecektir. Bununla birlikte,
Balkanlardaki ulusal kurtuluş savaşları ve Balkanlı ulusların İmparatorluktan
kopmaları, küçük ve orta burjuva kökenli sayılabilecek, Batılı yöntemlerle
eğitilmiş bir bölük asker-sivil bürokrat ve aydında ulusal yönde bilinçlenmeye yol
açar. Çarlık Rusyası'ndaki burjuva Türklerin ulusalcılığıyla da beslenen bu
akım, daha sonra, emperyalistlerin kışkırttığı o zamanki sözde Arap
ulusalcılığının etkisiyle daha da güçlenir.
XIX. yüzyılın ikinci yarısında ve XX. yüzyılın başında, İmparatorluk
sınırları içinde Türk ulusalcılığı güdebilecek bir sınıf görülmez. Durum, en
kalın çizgileriyle şöyledir:
Endüstriyel burjuvazi: Yok sayılabilir. Kapitalin çoğu yabancıların.
Ticari burjuvazi: Dışa bağlı. Büyük çoğunluğu gayri Müslim (Türk değil) ve
emperyalist devletlerden birine sığınmış durumda.
İşçi sınıfı: Modern, örgütlü bir işçi sınıfının varlığıdan söz etmek
pek güç: İşçiler özellikle iki büyük kentte, İstanbul'da ve İzmir'de toplanmış
durumda.
Köylülük, esnaf: Ezik, yoksul, içe kapanık.
Eşraf, âyan, ulema: Padişaha bağlı.
Bürokrasi (asker-sivil): Kapıkulluğunu sürdürmekte. Üst kesimi emperyalistlerle
politik ve ekonomik işbirliğinde.[16]
Nitekim Kurtuluş Savaşı'ndan önce, ülkede İmparatorluğa ve emperyalizme karşı
ulusal-Türk bir ayaklanma olmaz. Kurtuluş Savaşı'na katılan bürokrat ve aydın kadro
ise, birinci emperyalist savaşta İmparatorluğu kurtarmak için dövüşür.
Dil sorunuyla bu koşullarda karşılaşılır. Ne var ki bu, İmparatorluk sınırları
içinde öteden beri Türkçe konuşagelmiş halk kesiminin sorunu değildir. Halk, kendi
nesnel ve öznel koşullarına uygun bir Türkçe konuşur; yaşamında "Osmanlıca
mı, Türkçe mi?" sorusuna yer yoktur. Sorun aydınlarındır. Bu aydınlar
ulusalcılığı, dış etkenlerin de işe karışmasıyla ırkçılığa ve
Turancılığa da sapar. Bu sapma dilsel soruna da yansır: Tasfiyecilik!
Osmanlıca, daha Cumhuriyetten önce, yazınsal dil olarak yıkıcı bir sille yer.
Gökalp'in belirttiği gibi Mehmet Emin, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Falih
Rıfkı, Refik Halt, Reşat Nuri, Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Hikmet Nâzım,
Vâlâ Nurettin gibi yazarların ve şairlerin bu başarıda payları büyüktür.[17]
Ancak, söylemek gerekir ki yazıncıların işi kolaydır. İzledikleri temel ilke
halkın kullandığı dille yazmaktır. Türkçe de, tarihsel gelişimi bakımından,
yazın dili olarak kullanılmaya elverişlidir. Oysa resmi dil olarak Osmanlıcaya
dokunulamaz; çünkü bunun başarılabilmesi için önce İmparatorluğun yıkılıp
yerine ulusal bir devlet kurulması, Türkçenin de resmi dil olarak geliştirilmesi
gerekir. Öte yandan, Türkçe bilim ve felsefe gereklerine uygun geliştirilmiş bir dil
değildir. Gökalp Türkçeciliği bu noktada pes eder, türettiği Osmanlıca terimlerle
"Avrupaî mefhumlar"a uygun bir Osmanlıca doğmasına katkıda bulunur.
İleride bu Gökalp Osmanlıcasıyla da uğraşmak gerekecektir.
Ulusallaşma sürecimizde antiemperyalist bir damga olan Kurtuluş Savaşı, gerçekten
çetin koşullarda verilir. Savaşı yöneten asker ve sivil bürokrat, aydın kadronun
eşraf-âyan-köylülük desteğini sağlaması zaman alır. Bunun gerçekleşmesinde
emperyalistlerin cana, mala ve Anadolu insanının değerlerine saygısız, zalim
politikasının da payı vardır. Nasıl olursa olsun, bu savaşta en ağır yükü
köylülük omuzlar.
Cumhuriyetin ilk yıllarındaki reformların başlıca amacı, ideolojik bakımdan
Osmanlılıkla ilişkilerin koparılmasıdır. 1928'de Latin kökenli harfler de bir
bakıma bundan ötürü benimsenir. Bu, Türkçenin gelişimini olumlu etkiler. O dönemde
tarihe ve dile şu varsayımla yaklaşılır: Türk uygarlığı ve dili, bütün
uygarlıkları ve dilleri çok derinden etkilemiştir. Birinci Türk Tarih Kongresinin
(2-11 Temmuz 1932) tutanakları, bu varsayımın nerelere vardırıldığını belgeler.
Varsayımın kanıtlanması için dil bir yöntem gibi kullanılır. Şöyle:
"Yunancada bunun pek hayretbahş bir misalini arzetmek için size Atene'den
bahsedeyim.
"Mâlûmunuzdur ki Atene bir harp ve cidal ilâhesidir. ... Fakat Atene
bir taraftan da akile ve müdebbire bir ev hanımıdır. ... Diğer taraftan sanayiin
hamiyesi yani bir ilâhei nardır ki demircilik ilâhı olan Efestos'la sıkı
sıkıya münasebettedir. ... Maahaza bu ilâhe aynı zamanda eşçar ve nebatatın da
ilâhesidir. ... Ve nihayet Atene Hipyas ünvanile at cinsinin de hamisidir. ...
Şu hale nazaran Atene öyle birtakım evsafı mütezadde ve mütearızaya
maliktir ki ilâhenin hakikî tabiatını bulmak cidden imkânsız gibidir. ve Avrupa
uleması nazarında hakikaten bir muamma halindedir. Türkçenin yardımı olmas bu
evsafı ilelebet muamma olmakta devam edecekti.
"Halbuki Atene harp ve cidal ilâhesi olmak sıfatile Atun yani kale
demektir. Atun Türkçede şefî ve müdafî manasınadır. Bu kelime Mançu lisanında
sur, siper manasına kullanıldığı gibi Moğolcada Hoton şeklini alarak şehir
manasına kullanılmıştır. ... Sulh ve refah ilâhesi olması da kalelerin sekeneye bir
emniyet ve huzur vermesinden ve öyle kolay kolay kaleye hücum ve tecavüz
olunamayacağı hasebile sulh ve refahı muhafaza edeceğinden naşidir. ... Ev hanımı
olması sıfatı yine Türkçe Atun kelimesindendir. Atun hakikatta hatun lâfzının
muhaffefidir. ... Sanayiin hamiyesi olması ve Efestosla sıkı münasebeti Türkçe ateş
manasına olan ot kelimesindendir. Bunun nihayetine kaideten bir "N" ilâvesile
Otun-Odun olur. İşte Otun kelimesi Aten şekline girmiş ve ateşi temsil etmek
sıfatile Atenenin ismini teşkil eylemiştir.
"Ve nihayet atların hamisi sıfatile Atene at kelimesidir ki, "N"
ilâvesile Aten-Atene olmuştur. ... Görüyorsunuz ki Mısır itikadiyatı ve
telâkkiyatı da Türk itikadiyatı ve telâkkiyatıdır, Mısır ilâhları Türkçe isim
taşıyan ilâhlardır."[18]
O dönemdeki tutumu belgelerle ortaya koymak için iki örnek daha vermekte yarar var:
"Şimdi canlı Türk efradı üzerinde yaptığımız tetkikatı kısaca
söyleyeceğim: ... Vasatinin üstünde bir boy (167,59), brakisefal bir kafa, Leptosop
(ince uzun) bir burun, Mongol göz yok. Bu tip, avrupaî denilen Alp adamının tipinin
aynidir. Hiç fark yoktur. Yalnız bize, Türk memleketinde çalışan Türk
müteharrisine, Türk müdekkikine şimdi bir sual sormak icap eder. Avrupaî tip
dediğimiz bu tip nereden gelmiştir? Bunu Avrupa'ya mı bağlayacağız? Yoksa Avrupa'yı
ona mı? Tereddütsüz cevabını derhal verelim ki brakisefal Avrupa bize bağlıdır. (Alkışlar).
... Ankara'nın biraz şimalinden "Bağlum" köyünden Apdullahı, kadınını
ve küçük yavrusunu takdim ediyorum. İşte ince ve uzun burunlu brakisefal ve
Antropoloji kitaplarında bu karakterle tavsif edilen halis dağlı adam, Alp adamı,
adamı (Alkışlar). Apdullah, koyu olmayan gözlere, buğdaydan açık renkli
kumral bıyıklara ve beyaz bir tene sahiptir. Fakat işte yavruları, saçları altın
renkli olan bu yavru Türk ırkına mensuptur. (Alkışlar). İşte Alp adamı.
Ortaasiyadan gelmiş olan adam, bizim ecdadımıza bağlı olan adam (Alkışlar)."[19]
"İslâmın zuhurundan sonra felsefe Türkelinde büyümüş, Türkelinde
yaşamıştır. Asıl Araplarda Elkindî ile Yemenli Hemdanî'den başka
feylosof yoktur. ... Diğerleri ya Türklerdir, veya Türklerin şakirtleridir, başka
feylosof yoktur, İslâm felsefesi Türk felsefesi mahiyetindedir."[20]
Görülüyor ki ortam, Güneş-Dil Teorisinin doğumuna elverişlidir. Dil (Türkçe) bir
tarihsel kanıtlama yöntemi gibi kullanıldığına göre, böyle bir teoriye gerek de
duyulmaktadır. Teori 1936'da doğar. Kimileri, Güneş-Dil Teorisini Türkçeyi arıtma
çığırından Osmanlıcacılığa geri dönüş manevrası sanırlar.[21] Bu,
haklı bir sanıdır; çünkü dilsel bir teori dilsel sorunun çözümüyle ilgili olmak
gerekir; ama yanlış bir sanıdır; çünkü çeşitli sözcükleri alıp onları birer
birer çözümlemeye, hepsinin de öz Türkçe olduğunu kanıtlamaya (?) yarayan bir
teori, dilsel sorunun çözümü için herhalde yalnızca şunu önerebilir: Bütün
dillerden, gereken bütün sözcükler alınabilir; çünkü bütün diller Türkçenin
büyük ve derin etkisinde kalmıştır! Bu ise bir çeşit kozmopolitliktir, sorunu
çözmez. Nitekim dilsel sorunun çözümüyle ilgili uygulamada bu teori göz önünde
bulundurulmaz. Yukarıdaki gerekçelerden ötürü, Güneş-Dil Teorisi "Türkçenin
eskiliğini ve öteki dillere kaynaklık ettiğini ses ve yapı bakımından açıklayarak
savunan bir etimoloji incelemesidir." Ve "Ancak devrin dilcileri tarafından
geliştirilerek dildeki sözcüklere de uygulanmış, birtakım birimlerin kök
incelemesinde çözüm yolu olarak kullanılmıştır. Bu arada Arapça, Farsça,
Fransızca gibi yeni, Sümerce gibi eski dillerdeki birtakım sözcükleri Türkçe
köklere bağlayan etimolojiler türlü tepkiler yaratmıştı."[22]
demek, eldeki bilgilere uymaz. Eldeki kanıtlara göre, Güneş-Dil Teorisi doğmadan
önce uygulanmış, üstelik adıyla ilgisiz bir alanda (tarihsel alanda) uygulanmış
belki de ilk ve son teoridir.
1938'e değin epey sözcük türetilir. Örneğin 2. 11. 1935'te yürürlüğe girmiş,
bugün de yürürlükte olan "2834 sayılı Tarım Satış Kooperatifleri ve
Birlikleri Kanunu"nda şöyle sözcüklerle karşılaşılır: Arsıulusal, bağınlı,
buçlu, çıkatçı, erge, işyar, koyaç, kurağ,
onam, sorav, sürel, taptamak, taşıtsız (mal),
tutulga, ürem, üretmen, üsnomal, yaraç, yoğaltım,
yükenmek. Bunların yerine bugün şu sözcükler kullanılıyor: Uluslararası,
bağlı veya bağımlı, ihracatçı, erek veya amaç,
memur, depo veya ambar, yapı veya bina, onama
veya onay veya olur, sorum veya sorumluluk, sürekli,
uygulamak, taşınmaz (mal), tutanak, faiz, üretici,
olağanüstü, gereç veya malzeme, tüketim, taahhüt
etmek. Aynı metinde sermaye, iktisat, müdür, murakabe
gibi sözcükler yerine kapital, ekonomi, direktör, kontrol
gibi Batılı sözcükler kullanıldığı da göze çarpar. Bu, ve arsıulusal, üsnomal
gibi bugün gerçekten yadırganan sözcükler, o dönemde Osmanlıcaya nasıl bir savaş
açıldığını kanıtlar. O günlerde türetilip de bugün kullanılan kimi sözcükler
-aynı yasa metnine göre- şunlardır: Araç, bakanlık, genel,
kurul, seçim, üretim, yetki, yönetim.
Dönemin ayırıcı özelliklerinden biri de, her nasılsa türetilen veya Anadolu
Türkçesinin kökendeşi olan dillerden alınan sözcüklerin buyrukla hemen
kullandırılmasıdır. Basında, sık sık, Osmanlıca sözcüklerin karşılıkları öz
Türkçe sözcüklerin listeleri yayımlanır. Başyazılar onlarla yazılmalıdır. Ama
başyazarlar alışageldikleri sözcüklerle yazarlar ve ikameci denen
görevliler onların yerlerine buyurulan sözcükleri koyarlar.[23]
Burada Kemal Atatürk'ün kişisel dil tutumu üzerinde de kısaca durulabilir. Gazi
Mustafa Kemal, 1927'de, güçlü bir anlatımla yazdığı değerli bir belge olan Nutuk'un
daha ilk sayfasında manzara-i umumiye, harb-i umumî, kıtaat-ı
askeriye, sarf-ı mesai gibi tamlamalar ve kıtaat, şerait,
ahkâm, vesaik gibi çoğullar kullanır.[24] Nutuk'taki
dil, bu bakımdan, örneğin Ziya Gökalp'in 1923'te yazdığı Türkçülüğün
Esasları'ndaki dilden epey geridir. Kemal Atatürk, 1934'te İsveç Veliahtının
Ankara'ya gelişi dolayısıyla yaptığı konuşmada anıksamak, baysak,
genlik, ıs, kıldacı, önürme, süerdemlik,
tükel, tüzün, uz, yaltırıklı gibi sözcükler
kullanır. Hakimiyeti Milliye, 4 Birinci Teşrin 1934'te, birinci sayfasında
yayımladığı bu konuşmanın anlanabilmesi için, kullanılan sözcüklerin Osmanlıca
ve Fransızca karşılıklarını 2. sayfasında verir.[25] Kemal Atatürk,
1936-37 kış aylarında, geometri terimleri üzerinde çalışır. Bu, öyle görünüyor
ki, Cumhuriyetten sonra belirli bir alanda Türkçe terimler bulmak için yapılmış ilk
önemli çalışmadır. Önerdiği terimlerin kimileri, örneğin imsiy, katıy,
ökül, yüre, vb. tutunmaz; kimileri ise değişip Anadolu Türkçesine
uyarak tutunur: Çarparık-çarpım, dikey açı-dik açı, bütey
açı-bütünler açı, karşıtilgin-karşılıklı, vb.; kimileri de ilk
biçimleriyle tutunup kullanılır: Uzay, çember, açı, çap,
yarıçap, yay, kiriş, ters açı, üçken, dörtken,
vb. Bu çalışma, Türkçenin geliştirilmesi yolunda değerli bir denemedir, denebilir.[26]
1930'larda tarihe ve dile neden böyle, ırkçı bir biçimde yaklaşılır?
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ülkedeki egemen sınıflar değişmezler; yalnız
egemenliklerini bürokrasinin önderliğinde sürdürürler. Türkiye'de, o zaman bile,
ulusalcılık güden bir sınıf yoktur. Ticari burjuvazinin Müslim (Türk) kesimi, hiç
de ulusal olmayan dış ticaretin denetimini gayri Müslim (Türk olmayan) kesimden alma
özlemi ve girişimi içindedir. Gerekçesi kendisinin ulusal olduğudur, ama ereği
ulusal bir dış ticaret düzeni kurmak değildir. 1923 Şubatında toplanan İzmir
İktisat Kongresi'nde kapitalci kalkınma yolu benimsenir. "Kanunen Türk addedilen
şirketler" ile ortaklık kurmak koşuluyla, ülke yabancı kapitale de açıktır,
vb.[27]
Bu arada şöyle bir gelişme olur: Bürokrasi, tek partili bir düzende parti ile
bütünleşir ve kapital ike ilişki kurar.[28] Bu olgu gözden ırak tutulup
bürokrasiye sıradan bir bürokrasi gözüyle bakılırsa, 1930'larda bürokrasinin
nasıl olup da büyük rol oynayabildiği anlanmaz. 1929 dünya ekonomik bunalımı
Türkiye'yi böyle bir liberal kalkınma çabası içinde yakalar. Kemal Atatürk, 1930'da
çıktığı yurt gezisinde, bunalımın ülkedeki yıkıcı etkisini açıkça görüp
izlenimlerini Umumî Kâtibine şöyle özetler: "Bunalıyorum çocuk, büyük
ıstırap içinde bunalıyorum! Görüyorsun ya, her gittiğimiz yerde, mütemadiyen dert,
şikâyet dinliyoruz. Her taraf, derin bir yokluk, maddî manevî perişanlık içinde...
Ferahlatıcı pek az şeye raslıyoruz. Memleketin durumu ne yazık ki bu..."[29]
Serbest Fırka denemesi de gösterir ki bürokrasi halk yığınları gözünde
saygınlığını hızla yitirmektedir. Bu, bürokrasi için zorlu bir uyaran olur. Bir
bocalama ve arama süresinden sonra, 1932'de devletçiliğe geçilir; ama böylelikle
kapitalci kalkınma yolundan vazgeçilmiş olunmaz. (Bunun tersini gösteren bir kanıt
yoktur.) Devletçiliğe geçilmesinde Sovyetler Birliği'ndeki uygulama da etkili olmuş
olabilir. Ama, 1930'larda, kapitalci ülkelerde, devletin ekonomik yaşama şu veya bu
biçimde el attığı görülür. Bu, örneğin Almanya ve İtalya'da çok kara bir
biçimde (faşistçe) olur. ABD'de New Deal uygulaması yaşanır. Öyle
görünüyor ki bunalım kapitalci sistemde devletin ekonomiye karışmasını zorunlu
kılar. Bu zorunluk kapitalci yoldan kalkınmayı benimseyen Türkiye'de de anlanır.
Ulusalcılık, izlenecek ekonomik politikaya uygun ideoloji ve politikadır; bundan
ötürü benimsenir. Olaylar bu işin çok yönlü ve çok iyi planlandığını
gösterir: 1932'de, ekonomik alanda devlete büyük yetkiler tanıyan 2054, 2058, 2059,
2061, 2064 ve 2068 sayılı yasalar, 2-9 Temmuz'da TBMM'den geçirilir. 2-11 Temmuz'da
Birinci Türk Tarih Kongresi toplanır. 12 Temmuz'da Türk Dili Tetkik Cemiyeti'nin
(TDK'nin) kurulması buyurulur. Bütün bunların bir temmuz ayının on gününe
sığdırılması raslantı olamaz. Ardından, özellikle dışa bağımlı ticari
burjuvazinin ve liberal dönemde türemiş endüstriyel burjuvaziciğin karşısında
ulusal çıkardan söz edildiği görülür. Ama Avrupa burjuvazilerinin feodalliğe
karşı kullandıkları ulusalcılık, Türkiye'de toprak ağalığına karşı
kullanılmaz. Ulusalcılığın ırkçılığa kayması, koşulların çetinliğindendir,
belki biraz da ülkenin o yıllarda dış ekonomik ilişkilerinde çok önemli yeri olan
Almanya'daki ırkçılığa tepkidir. Türkiye koşulları, ırkçılığın Nazi
Almanyası'ndaki gibi emperyalist amaçlara hizmet etmesine engeldir. Ama ırkçılık,
ülkede açık bir "ulusal baskı" yaratılmasına yeter ölçüde ileri
götürülür.
1930'lar, Osmanlıcanın resmi dil olarak açıkça, iyice hırpalandığı yıllardır.
Ancak, o dönemde türetilmiş veya her nasılsa bulunmuş sözcükler daha sonra çok
fire verir. Ulusal baskıyla yürütlüp "dil devrimi" adı verilen dil
geliştirme çalışmaları kimi aydınlarca soğuk karşılanır, kimilerinde ise tepki
uyandırır. O yıllarda, politik kaygılar, dilsel sorunun çözümünde aşırı ağır
basar. 1932-38 yıllarında TDK'nin yayımladığı 43 kitap ve kitapçıktan -ki 33'ü 50
sayfalık bile değildir- 10'u (yaklaşık % 25'i) Güneş-Dil Teorisi üzerinedir.[30]
Irkçı yaklaşım, geliştirilmek gereken dilin Anadolu Türkçesi olduğunu unutturmuş
veya bunun anlanmasını veya anlanmışsa bile tartışılmasını engellemiş
görünür. Dönemin dilsel başarısızlığı yalnız ırkçı yaklaşıma yorulamaz. O
sırada Anadolu Türkçesini geliştirmek için gerekli veriler de derlenmiş değildir.
Bu eksiklik duyulup 1939-49 döneminde TDK'nin araştırma, tarama, derleme ve
tıpkıbasım çalışmaları büyük bir artma gösterir:
|
TDK'NİN YAYIM ÇALIŞMALARI |
|
Dönem |
|
Sayfa
(yılda ortalama) |
|
Tıpkıbasım sayfa
(yılda ortalama) |
|
Toplam sayfa |
|
1932-38 |
|
|
|
|
|
5 462 |
29 487 |
14 757 |
60 081 |
|
1939-49 |
|
|
|
1950-60 |
|
|
|
1961-75 |
|
|
|
|
Not: 1951'de çıkmaya başlayan aylık Türk
Dili hesaba katılmamıştır. |
|
Gene 1939-49 döneminde, çeşitli dallarda terimlerin
Türkçeleştirilmesine çalışılır. Bu iş bürokratik bir yoldan yapılır. Bir
tanığın anlattığı gibi, şöyle: "O yıl İstanbul Üniversitesi Felsefe
Bölümü'nde doçenttim. Hepimizi, yani bölümün bütün öğretim üyelerini 1942
Şubat tatilinde Ankara'ya çağırdılar. Felsefe terimlerini Türkçeleştirmek
konusunda çalışmak, görüşmek üzere diye gidiyorduk; ya da öyle olacağını
sanıyorduk. Oysa bizlere pek iş düşmedi: terimleri hazırlanmış bulduk; toplantıya
katılan Bakanlık görevlilerinin sağladığı çoğunluk oylarıyla rahat rahat
geçiyorlardı. Bizlerin sözü pek dinlenmedi."[31] Orta öğretim
terimleri böyle Türkçeleştirilir. 1945'te Teşkilât-ı Esasiye Kanunu da
Türkçeleştirildikten sonra, 1946'da, çok-partili düzene geçilmesiyle birlikte,
dilsel çalışmalar biraz tavsamaya başlar. Türkçenin gelişmiş Batılı dillerle
doğrudan veya geniş çapta karşılaşması 1939-49 döneminde olur: MEB'nin çeviri
yayınları! Amaç, klasik burjuva kültürü ve kaynaklarını aktarmaktır. Bu işin
gereği gibi ve yeterince yapıldığını söylemek güçtür. Ama Türkçe bu
çalışmalardan gene de kazançlı çıkar. Bu çalışmalarda şöyle bir güçlükle
karşılaşılır: Batıda tarihsel-toplumsal-ekonomik gelişimle birlikte, yaşanarak,
kimi şeylere ve onları adlandıran sözcüklere varılmıştır. Oysa Türkiye toplumu
onlardan yoksundur. Sorun, ilk bakışta göründüğü gibi, yalnızca birtakım
sözcüklerin Türkçede yokluğu değildir; birtakım şeylerin de Türkiye toplumunda
yokluğudur. Dilsel sorun, gerçekte bir şeyler yokluğu veya eksikliği sorunudur; ama
bir sözcük sorunu gibi görünür.
İkinci emperyalist savaş sonunda, Türkiye'de egemen sınıflar iyice palazlanmıştır;
halk ise bitiktir. 1950'den sonra ulusalcılık politikası bırakılır. ABD'ye ekonomik
ve politik uydu olunur. Burjuva ulusalcılığı, gerici bir ideoloji ve politika olarak,
"Milliyetçilik" adı altında halka karşı kullanılır. Mc Carthy'ciliğe
taş çıkartan bir antikomünistlik başlatılır. Ulusal dilin geliştirilmesi resmen
bırakılır. Eski Teşkilât-ı Esasiye Kanunu metni yeniden yürürlüğe konur. Orta
öğretimde Osmanlıca ve Fransızca terimlere dönülür. 1930'lardaki gibi bir
ulusalcılık, küçük-burjuva aydınların özlemi olur.
Bu dönemde bir Ataç olgusu vardır. Ataç, alışılagelmiş söyleyişle, dilsel
sorunda aşırılığın simgesidir ve Demokrat Parti gericiliğine tepkidir. "Ataç
... sözcükçü değildi. Sözcük şovenliği de yoktu."[32] sanısı
doğru olamaz. Şöyle der Ataç: "Direneceğim bu yolda: şey'i, kadar'ı,
nasıl'ı bile kullanmadan, yalnız Türkçe kelecilerle [sözcüklerle R. G.]
yazmaya çalışacağım."[33] Bu, halk dilinin özümsediği sözcüklere
düşmanlıktır, sözcük şovenliğinin ta kendisidir. Ataç bu tutumu 1946'da
benimserse de etkili olması 1950'den sonraki koşullardadır. O, küçük-burjuva
ulusalcılığının dilsel sorundaki yansısıdır. Etkisi de bundandır.
Küçük-burjuva ulusalcılığının saldırganlığı, şovenliği de ancak böyle,
dilsel sorunda vb. olabilir. Ataçsal tutum dilimizin geliştirilmesi sorununu diri
tuttuğu için yararlı, özümsenmiş sözcüklerle savaşılması gibi boş ve gereksiz
bir işe yol açtığı için de zararlı olur. Bu dönemde küçük-burjuva aydınların
dilsel gelişime katkıları olduğu anılmalıdır.
27 Mayıs Darbesinden sonra bürokratik dil yeniden ele alınır. Bürokrasiye, bir
genelgeyle, Türkçeleri olan yabancı sözcükleri kullanmamak buyurulur. TDK için
devlet bütçesine yeniden ödenek konur. 1961 Anayasası açık, kolay anlanan bir
Türkçeyle yazılır. Ama Türkçenin gelişimi bakımından önemli olan, 1961
Anayasası ile belirli bir politik özgürlük ortamı doğmasıdır.Daha önce ülke
yalnız burjuva dünyaya, burjuva düşünceye açık tutulur; dolayısıyla düşünsel
yaşam burjuva sınırlar içinde kalır. Dil de buna uygun gelişir. Bundan ötürü,
bizde, bugün de olduğu gibi, dilsel sorun politik özgürlük sorunuyla
bağlantılıdır. Türkçenin burjuva sınırlar içinde bile gereğince geliştirilmiş
olmadığı, 196o'lı yıllarda çok hızlanan çeviri çalışmalarıyla birlikte ortaya
çıkar.
*
* *
Bu kısa inceleme özetinden sonra 1977'deki duruma değinmemek
eksiklik olur. Bugün birbirine karşıt imiş gibi görülen ve gösterilen iki dilsel
tutum ve uygulama ile uğraşmak gerekiyro. Birincisi dilsel sorunda şovence davranıp
özümsenmiş sözcüklere düşmanlık ediyor. Ayrıca, bu tutuma göre, örneğin
burjuvaziye kentsoylular veya kentsoyluluk, diyalektiğe eytişim,
kapitalciliğe anamalcılık deniyor vb. Bu tutum, böylece, kavramları
çarpıtıp belirsizleştiriyor. Bu bir tek örnekle şöyle gösterilebilir: Burjuvazi: Kentsoylular
veya kentsoyluluk. Bourgeoisie sözcüğü bourg'tan türemiş bourgeois
sözcüğünün çoğuludur. Bourg, özellikle bir şatonun yanında veya
yakınında kurulmuş, bir pazar yeri de olan bir Ortaçağ kasabasıdır veya köyüdür.
Bourgeois bourg'lu, bourgeoisie de bourg'lular anlamına geliyor. Ama bourgeoisie
sonradan ve bugün, kapitalci toplumda ana egemen sınıf anlamına kullanılıyor. Bugün
Avrupa'da bourg yok, ama bourgeoisie var. Türkiye'de ise bourg da bourgeoisie
de hiç olmamıştır. Bugün Türkiye'de burjuvaziden söz ediliyorsa, bununla,
günümüz Türkiye'sinde modern anlamda bourgeoisie'nin rolünü -tümüyle
değilse de- oynayan bir egemen sınıf bulunduğu, toplumsal gelişim yasalarının
genelde kapitalci Avrupa'daki yasalar olduğu anlatılıyor. Kentsoylu sözcüğü,
bourg'un kent diye Türkçeleştirildiğini gösteriyor. Yanlışlık daha burada
başlıyor. Ama bourg'lu için kentli karşılığı kullanılamıyor; çünkü o
köylü'nün karşıtı, oysa burjuva proleter'in karşıtı. O yüzden kentsoylu
yaratılıyor (!). Böylelikle insanın soyu kent olabilirmiş gibi bir garipliğe de
düşülüyor. Köy küçük-burjuvazisi yerine köy küçük-kentsoyluluğu veya
köy küçük-kentsoyluları demek de besbelli bu yaratmanın gereği oluyor.
Kimi kavramlarla birlikte onların yabancı dillerdeki sözcüklerini almak zorunluk
olabilir. Bu, her dil için böyledir. Dilsel sorunda bilimsellik, özgürlük, bu
zorunluğun kavranmasıyla başlar. Ama böyle bir zorunluk yoksa, başka dillerden
sözcük almak gereksiz ve yanlış olur.
İkinci tutum ve uygulama, özellikle 1976'da orta öğretim için ısmarlanmış tek ders
kitaplarında bütün açıklığı ile görülüyor. Buna göre, örneğin anlam,
sapma, aşırılık, sınıflama, inceleme, çekim,
gelecek, yapma, ilgili, açıklama, gerçeklik,
tepki, işbirliği gibi Türkçe sözcükler bırakılıp yerlerine mâna,
inhiraf, ifrat, tasnif, tetkik, cazibe, istikbal,
sun'i, alâkadar, izah, realite, reaksiyon, kooperasyon
gibi Osmanlıca ve Batılı sözcükler kullanılıyor. Bu, Osmanlıya dönmekten çok
kozmopolit bir Türkçeyi benimsemektir. Kozmopolit tutum ve uygulamanın amacı dilde
kargaşaya yol açarak genç beyinlerde kavram karışıklığı yaratıp onların
çağdaş kavramlara ulaşmalarını aksatmak veya engellemektir.
Görülüyor ki birbirinin karşıtı gibi sunulan veya öyle sanılan bu iki tutum,
gerçekte bir ve aynı tezin sonuçta birbirini bütünleyen iki parçasıdır. O tez
Türkiye'de egemen ideolojiye uygundur. Karşıtı ise şudur: Dilsel sorunda şovenliğe,
ırkçılığa, kozmopolitliğe hayır; zorunlukların anlanmasına, bugüne değinki
gelişimin olumlu yanına evet! Ulusal dile ve bilime saygının gereği budur...
1 J. Stalin, "Marxismus
und Nationale Frage", Werke (Verlag das neue Wort, Stuttgart 1951), Bnd.
II., S. 272.
2 Encyclopedia Britannica (1977), Seljuks.
3 Prof. Dr. Mustafa Akdağ, Türkiye'nin İktisadî ve İçtimaî Tarihi
(Cem Yayınları, Yelken Matbaası, İstanbul, 1974), c. I, s. 24-26.
4 Encyclopedia Britannica.
5 Akdağ, agy., s. 96-97.
6 Akdağ, ay., s. 51.
7 Agâh Sırrı Levend, Ali Şir Nevaî (TDK Yayınları: 253, Türk
Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1968), s. 212, 213.
8 A. S. Levend, ay., s. 215.
9 Ay., s. 191.
10 A. S. Levend, Nevaî ile ilgili çalışmasının sonuna Türkçe, Farsça
ve Arapça birer sözlük eklemiştir. Bu sözlüklerdeki toplam sözcük sayıları ve
oranları şöyledir: Türkçe 1076 (% 51,09), Farsça 580 (% 27,54), Arapça 450 (%
21,37). Ay., s. 277-311.
11 Ay., s. 189 ve 213-214.
12 Prof. Niyazi Berkes, 100 Soruda Türkiye İktisat Tarihi (2.
baskı, Gerçek Yayınevi, Nisan 1972), c. I, s. 89-90
13 Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (2. basım, Varlık
Yayınları, İstanbul, Temmuz 1955), s. 72-73.
14 Bu gelişimi kabaca izlemek için bkz.: Necmettin Halil Onan, İzahlı
Divan Şiiri Antolojisi, MEB, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940.
15 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, 1961 Anayasasının Dili (TDK
Yayınları: 357, Bilgi Basımevi, Ankara, 1972), s. 9.
16 Bürokrasiyle ilgili sonuçlarda şu çalışmanın özellikle katkısı
olmuştur: Nabi Dinçer, Tevfik Çavdar, İcen Börtücene, Türk Bürokrasisinin
Ekonomik-Toplumsal Yapı İçindeki Yeri ve Rolü, TİD, Ankara, Kasım 1976,
(çoğaltma).
17 Z. Gökalp, agy., s. 9.
18 Prof. Yusuf Ziya Bey, "Mısır Din ve İlâhlarının Türklükle
Alâkası", Birinci Türk Tarih Kongresi, Konferanslar, Münakaşalar (T. C.
Maarif Vekâleti, Türk Tarih Kurumunun armağanı damgasını taşıyan ciltli
nüshada basım yeri ve tarihi yok.), s. 249-250, 259.
19 Dr. Şevket Aziz Bey, "Türklerin Antropolojisi", ay., s. 277-278.
20 İzmirli İsmail Hakkı Bey, ay., s. 322.
21 A. Dilaçar'ın Geometri'ye yazdığı önsözden. Bkz.: Geometri
(TDK Yayınları: 333, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1971), s. vii.
22 Dr. Kâmile İmer, Dilde Değişme ve Gelişme Açısından Türk Dil
Dervrimi (TDK Yayınları: 422, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1976), s. 90,
91.
23 Sami N. Özerdim, "Coşku ile Alay", Halkevleri, sayı
111, Ocak 1976.
24 Gazi Mustafa Kemal, Nutuk (Birinci elli bin, eski harflerle,
Ankara, 1927), s. 3.
25 Bu konuşmanın metni için şuraya da bakılabilir: Dr. K. İmer, agy., s.
89.
26 21. notta bildirilen kitap
27 Doç. Dr. Korkut Boratav, 100 Soruda Türkiye'de Devletçilik
(Gerçek Yayınevi, İstanbul, Mart 1974), s. 99.
28 Falih Rıfkı Atay, Çankaya (BATEŞ, İstanbul, 1980), s. 455-458.
29 Şevket Süreyya Aydemir alıntılıyor. Bkz.: Ş. S. Aydemir, İkinci
Adam (Remzi Kitabevi, Yükselen Matbaası, İstanbul, 1966), c. I, s. 379.
30 Sayısal bilgiler şu kaynaktan çıkarılmıştır: Türk Dil Kurumu
Yayınları 1933-1976. TDK Yayınları: 420, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara,
1976.
31 Macit Gökberk, "Türkiye'de Felsefe Dilinin Gelişimi", Türk
Dili, sayı 260, 1 Mayıs 1973.
32 Niyazi Berkes, "Anlam Devrimi", Cumhuriyet, 16 Kasım
1975.
33 Aralık 1947 tarihli Ülkü'den Yılmaz Çolpan alıntılıyor.
Bkz.: Yılmaz Çolpan, Ataç'ın Sözcükleri (TDK Yayınları: 214, Ankara
Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1963), s. v.
i Ragıp Gelencik, "Dil
Sorunu ve Dilsel Sorun", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım
1993), s. 25-46. Bu yazı ilk kez "Nesin Vakfı 1977 Edebiyat Yıllığı"nda
yer almıştır.
Yazının yayınlandığı dönemde Türk Dili'nin "Değiniler-Düzeltiler"
köşesinde yazan Emin Özdemir, Öner Ünalan'ın yazısı için, "Kimden Yana, Kime
Karşı?" adlı bir eleştiri yazmıştır. (Bkz.: Emin Özdemir, "Kimden Yana,
Kime Karşı?", Türk Dili (dergi), sayı 306, Mart 1977.) Öner Ünalan bu
eleştiriyi, Türkiye Yazıları'nda yazdığı "Neden Yana, Neye Karşı?"
adlı yazısıyla yanıtlamıştır. (Bkz.: Türkiye Yazıları (dergi), sayı 2, Mayıs
1977, s. 14-16.) (Yazıyı okumak için buraya tıklayınız.)
|
|