|
GÜNAH TEKESİ TÜRKÇE[i]
Bir Alamancı Türkçenin yoksul bir dil olduğunu şöyle
kanıtlıyordu: "Bizim hepsine çam dediğimiz ağaçların Almancada ayrı ayrı
adları var!" Belli ki Alamancı bütün iğneyapraklı ağaçlara çam diyen bir
çevrede yetişip yaşamıştı. O ağaçların Türkçede de ayrı adları var: Çam
diyelim; karaçam, kızılçam, sarıçam, ağlayançam, halepçamı, sahilçamı,
fıstıkçamı... Ladin diyelim: karaladin, akladin, kızılladin, gökladin
(maviladin). Köknar diyelim: kazdağıköknarı, uludağköknarı,
torosköknarı. Sedir (katranağacı, dağservisi) diyelim: atlassediri,
torossediri, himlayasediri, kıbrıssediri, vb. Alamancı Almanya'ya gidip Almancayla
karşılaşıncaya dek bütün bu ağaçların ayrı adları olmak gerektiğini
düşünmemişti; ona göre çevresinde konuşulan, dolayısıyla kendi bildiği Türkçe,
Türkçenin tümüydü. Türkçe dersinde başarısız öğrencilerin velileri Türkçe
öğretmenlerine sorarlar: "Bizim çocuğumuz Türkçe bilmiyor mu?" Usları
pazara çıkarmışlar, herkes gene kendi usunu almış. Öyle görünüyor ki Türkçe
pazara çıkarılsa herkes gene kendi Türkçe payını alacak...[ii] Doğrusu,
Alamancıyı hoş görmek için gerekçeler var.
Peki, bir çevirmen (ve yazar) o Alamancı gibi konuşup yazabilir mi? Evet! İşte
örneği:
Son bir sorun da, kuşkusuz, çağdaş Türkçenin Öztürkçecilik adına
yoksullaştırılmış olması. Bu konuya uzun boylu girip durup duruken elimi arı
kovanına sokmanın yeri ve zamanı değil, fakat şu kadarı açık: Hughes'un 'earth',
'soil', 'loam', 'sod', 'land' diyebildiği yerde, biz sadece 'toprak' diyebiliyoruz.
İngilizce beş kelimenin hepsi toprak demek, ama hepsinin değişik anlam yükleri,
çağrışımları var. Hepsine 'toprak' diyerek bu nüansları kaçırıyoruz. Hughes
'ghost', 'spectre', 'apparition' diyor, biz hepsine 'hayalet' demek zorunda kalıyor ve
'toprak' örneğinde olduğundan da önemli farkları aktarmamış oluyoruz. İngilizceden
Türkçeye çeviri yapmak çok büyük bir evden küçücük bir eve taşınmak gibi bir
şey. Oda sayısı az, kiler yok, dolap ve raflar yetersiz, eşyalar sığmıyor, yarısı
dışarıda, kaldırımda kalıyor." (Roni Margulies, "Ted Hughes Çevirmenin
Anlamı", Virgül, 7 Aralık '98.)
Çevirmen adı geçen şairin şiirlerini Türkçeye çevirmekten vazgeçmiş, bunun
gerekçelerini sayıyor. Gerekçelerinden biri de yukarıdaki alıntıda.
Öztürkçeciler Türkçeyi öyle yoksullaştırmışlar ki neredeyse konuşup yazamaz
olmuşuz! Öteden beri yineleneduran bu savı irdelemeye nedense gerek duyulmaz.
Bağnaz öztürkçeci denince genellikle önce Ataç anımsanır. Oysa Ataç bağnaz
olmaktan çok, ülküsünü ödünsüz savunmuş bir kişidir. Der ki: "Türkçede
yabancı tilcik [sözcük][iii] büsbütün kalmasın mı diyorum. Bunun
olamayacağını bilirim. Bir dil yoktur ki başka dillerden tilcik almış olmasın.
Ancak unutmayalım ki biz, Batı uygarlığı Türkçesinin kuruluş çağındayız.
Şimdiden yabancı tilciklere kapıları açarak, o kolay yolu tutarsak, akına uğramayı
önleyemeyiz." (Nurulluh Ataç, Günce, TDK Yayınları, Ankara, 1972, s.
719.)
Öztürkçecinin bağnazı şöyle konuşur:
"—Sayılıcı ereğibirlerimi bağrıma basarak söze başlıyorum. Değerli
ereğibirlerim, ben yüzde yüz Türkçeciyim. Beni bu erekten kimse döndüremez. ...
Bizim başkentimizin adı Türkçe değildir. Gelelim yurdumuzun adına. Türkiye diyoruz,
arkasındaki 'ye' Türkçe değildir. Anadolu diyoruz. Türkçe değil. ... Çok acı bir
gerçek ki, 59 ilimizin adı eski Grekçe, Doğu'daki illerimizin çoğunun adları
Ermenicedir arkadaşlar. 900 yıl oluyor Anadolu'ya geleli. Daha önce de gelmişiz. Daha
yerlerimizin adını Türkçeleştirmemişiz. ... Anadolu'da yüzde yüz Türk olanların
kullandığı bu gibi sözler arasında korkunç ölçüde Türkçe olmayan söz var. Ben
kuşku duymaya başladım. Buradaki insanlar Rumca mı kullanıyorlar diye. Birkaç örnek
daha göstereyim, balık isimleri: lüfer, palamut, istavrit, sardalya. Sebze isimlerinden
ıspanak, lahana, pırasa, marul gibi isimler de Grekçeden geliyor. Bunlar üzerinde
durmamız gerekiyor." (Said Sadi Danişmentgazioğlu, On İkinci Türk Dil
Kurultayı, 1969, TDK Yayınları, Ankara, 1970, s. 70, 64, 133-4.)
Konuşmacı kendi adını ve soyadını Türkçeleştirmekle işe başlasaydı
bağnazlığı eksiksiz olurdu.
Bağnaz öztürkçeci şöyle davranır: 1) Anlamdaş sözcüklerden Türkçe olanları
veya öyle bilinenleri kullanır. 2) Türkçesi olmayan yabancı sözcüklere Türkçe
karşılıklar arayıp bulmaya çalışır. Bunu başaramazsa o sözcükleri kullanmaz;
anlatacaklarını Türkçe sözcüklerle dile getirmek için çeşitli yollara başvurur.
3) Özümsenmiş (Türkçeleşmiş) sözcükleri bile kullanmaktan kaçınır, onlara da
Türkçe karşılıklar bulmaya çalışır.
Bu, tümüyle yanlış veya olumsuz bir tutum değildir. Anlamdaş sözcüklerin
Türkçelerini kullanmak bilimsel ve felsefi bakımdan doğrudur. Türkçesi olmayan
yabancı sözcüklere Türkçe karşılık aramak da öyledir. Ne var ki Türkçesi yok
veya bulunamıyor diye yabancı sözcükler kullanmaktan kaçınmak birkaç bakımdan
sakıncalıdır. Özümsenmiş sözcüklere Türkçe karşılık aramak gereksizdir.
Ancak, bu çabanın da olumlu bir yanı vardır: Türetilen her sözcük, Türkçenin
sözcük türetme gücüne katkıdır. Bağnaz öztürkçeci yoksullaştırıyorsa kendi
Türkçesini yoksullaştırıyordur. Varsıllaştırdığı ise Türkçedir.
Öztürkçecilik Atatürk döneminde kısa bir süre baskıya dayandırılmıştır.
Öztürkçeciliğin 1950'ye dek resmen desteklenmesi baskı sayılmazsa, bu akım zora
başvurmamıştır. Kimse öztürkçe konuşup yazmak zorunda değildir. Bütün
Osmanlıca sözcükler öylece duruyor. Dileyen kullanır. O sözcükler kullanılmıyorsa
öztürkçeciler öyle istedikleri için değil, tarihsel ve toplumsal işlevlerini
yitirdikleri içindir. Yiğidi öldür, hakkını yeme! Bugün ilk ve ortaöğretimdeki
terimler, yüksek öğretimdeki kimi terimler, bürokratik ilişkilerde kullanılan bir
yığın sözcük, günlük konuşma ve yazma dilindeki birçok sözcük,
öztürkçecilerin Türkçeye armağanıdır. Bunlar öyle sözcüklerdir ki bugün
Türkçe konuşup yazanlara hepsi Türkçede öteden beri varmış gibi gelir.
Ted Hughes earth, soil, loam, sod, land diyormuş da biz onların yerine yalnız toprak
diyebiliyormuşuz! Sözlükler şöyle diyor: Earth: dünya, yeryüzü, Arz, Yer,
toprak, kara, zemin. Soil: toprak, ülke, yuva, arazi. Loam: tın,
tınlı toprak. Sod: çim, çimen parçası, kesek, tezek (toprak tezeği); under
the sod: mezarda, gömütte, kara toprakta. Land: kara, arz, ülke, toprak,
yer, tarla, arsa, arazi, yerey. Türkçede bunca karşılıkları varken o sözcükler
neden "toprak" diye çevrilmek gereksin? En bağnaz öztürkçeci bile onların
hepsini "toprak" diye çevirmek zorunda değildir.
İkinci örnekte ghost, spectre, apparition sözcüklerinin hepsini "hayalet"
diye çevirmek zorunda kaldığımız söyleniyor. Sözlükler bu savı yanlışlıyor: Ghost:
ruh, tin, can, hayalet, hortlak, heyulâ, tayf, cin, iz, gölge. Spectre: tayf,
hayal, görüntü, hayalet, hortlak. Apparition: hayalet, tayf, görüntü, vaka,
hadise, görüngü, meydana çıkma, görünme, vb. Bunca karşılık varken o üç
sözcüğü neden hayalet diye çevirmek zorunda kalalım? Ayrıca, Ted Hughes o
sözcükleri öyle kullanmış olabilir ki, yukarıda verilen bütün karşılıkları bir
yana bırakıp başka sözcükler de kullanabiliriz; çünkü sözcükler açık seçik
anlamlarını kullanımları sırasında edinirler. Görülüyor ki çevirmenin savı
nesnellikten tümüyle yoksundur.
12 Eylülcüler Atatürk'ün kurduğu TDK'yi yok ettikten sonra ortalıkta sesi soluğu
çıkan kaç öztürkçeci kaldı? Arı yok, kovan da yok ki içine el sokulabilsin?
Çevirmen öztürkçecilere neden sataşıyor? Türkçenin yoksul bir dil olduğunu
doğrudan doğruya söylemekten çekiniyor da ondan! Sonunda bunu açıkça söylüyor.
"İngilizceden Türkçeye çeviri yapmak çok büyük bir evden küçücük bir eve
taşınmak gibi bir şey." Peki, "küçücük bir ev" dediği Türkçe
kimin Türkçesi?
Türkçenin yoksul bir dil olduğunu söylemek için Alamancı olmak gerekmediği gibi
çevirmen olmak da gerekmez. Kendi Türkçesini Türkçenin tümü sanıp herhangi bir
amaçla o öznel dili nesne olarak kullanınca birtakım güçlüklerle karşılaşan
herkes böyle konuşabilir. Türkçe bilim veya felsefe dili değildir, olamaz da,
diyenlerin durumu da, bir bakıma, budur. Herhangi bir dili bildiğini sanmak
yeryüzündeki en yaygın yanılgılardan biri olsa gerek. Dil, öğrenilmekle tükenmez.
Gizil güç de içeren nesnel bir varlığı olduğu kavranmadan hiçbir dil yeterli bir
düşünme ve iletişme aracı olarak kullanılamaz.
Dilin nesne olarak kullanıldığı uğraşlarda Türkçenin sözde yoksulluğu yüzünden
yetilerini gereği gibi gösteremediklerini açıkça veya kapalıca söyleyenler,
varlığına inandıkları o üstün yetilerini pek beğendikleri kozmopolit İngilizce
ile gösteriverseler ya! Buna engel olan mı var?
Hazır bulup kullananlar için her dil bir nimettir. Değeri bilinmeli... 
i Ragıp Gelencik, "Günah
Tekesi Türkçe", Varlık (dergi), sayı 2001/08-1127, Ağustos 2001, s. 69-70.
ii Öner Ünalan, bu kesimi "19 Aralık '97" tarihli "Dil
Günlüğü"nden aktarmış. Bkz.: Ragıp Gelencik, "Dil Günlüğü",
Evrensel Kültür (dergi), sayı 80, Ağustos 1998, s. 50-51. (Sözkonusu günlüğü
okumak için buraya tıklayınız.)
iii Öner Ünalan'ın eklemesi.
|
|