Öyküleri

KIRK GÜNDE ÖLMEK[i]

Süleyman ile
Sultan Süleyman ile
Gümüş



"Ve Davud'un oğlu Süleyman kırallığından kuvvet buldu, ve Allah'ı Rab onunla beraberdi, ve onu çok büyük etti.
..............................................
Ve Süleyman RABBİN ismine bir ev, kendi kırallığı için bir ev yapmağa niyet etti. Ve Süleyman yük taşıyan yetmiş bin adam, ve dağlarda taş kesen seksen bin adam, ve onların üzerine iş başı olan üç bin altı yüz adam saydı.
..............................................
Ve RABBİN evi için Süleyman'ın yaptığı bütün işler bitti.
..............................................
O zaman Süleyman dedi: RAB: Koyu karanlıkta otururum, demiştir. Fakat oturmak için sana bir ev, ve ebediyen mesken tutatacağın bir yer yaptım.
..............................................
Ve Kıral Süleyman zenginlikte ve hikmette bütün dünya kırallarından daha büyüktü.
..............................................
Ve Süleyman Yeruşalimde bütün İsrail üzerine kırk yıl kırallık etti. Ve Süleyman ataları ile uyudu, ve babası Davud'un şehrinde gömüldü."

Derler ki:
"Dünya Süleyman'a kalmadı; bize mi kalacak?"


Sultan Süleyman ki, "Akdeniz'in, Karadeniz'in, ve Rumeli'nin ve Anadolu'nun ve Karaman'ın ve Rum'un ve Zülkadiriye Vilayetlerinin ve Diyarbekir'in ve Kürdistan'ın ve Azerbeycan'ın ve Acem'in ve Haleb'in ve Mısır'ın ve Mekke ve Medine'nin ve Kudüs'ün ve bütün Arap Diyarının ve Yemen'in ve 'ecdadının' fethettikleri daha bir çok diyarın sultanı ve padişahı Sultan Beyazıt Han Oğlu Sultan Selim Han Oğlu Sultan Süleyman Han idi."

Derlerki:
"Dünya Sultan Süleyman'a kalmadı; bize mi kalacak?"


Gümüş yalnızca Gümüş idi, bir yerde başkaları idi. Görenlerin durup ardından baktığı insan güzeli bir adam idi. Ölümündan üç-dört yıl öncesine değin jandarmalık etmiş, arada bir, yoluyla, yordamıyla eşkiyaya katılmış, "gece silahlı, gündüz külahlı" olmuş idi. Yalan ise diyenlerin yalanıdır; derler ki korku bilmez idi. İnsanların sevip saydığı bir insan olarak yaşamış idi.
Cumhuriyet çağı birkaç yıllık iken, Muğla Jandarma Kumandanı olan kimse Gümüş'e iki tokat attı idi. Bu Gümüş'ün pek ağrına gidip:
"Ben artık insan içine çıkamam. Benim kırk günümü sayın!" dedi idi.
Dediği gibi oldu idi: Tütünlerin ele gelmedikleri için toplanmayan uç yapraklarına büyüme gücünü yitirmiş bir yeşillik düştüğü günlerde, Gümüş de ömrünün böyle yeşil bir çağında idi, aydınlık, mavi bir Ege gününde, Ula'daki ak badanalı küçük evinde büyük bir ölümle öldü idi.

Ula'da Gümüş'ü bilen kimi yaşlılar, bugün bile yeri gelince derler ki:
"Bu dünya Gümüş'e kalmadı; bize mi kalacak?"


Gümüş ile
Ula'nın Sokakları


Çok eskiden Ula'da bir evin avlusundan yükselen asmalar, avlu duvarını aşıp, dallanarak karşı evin avlu duvarına uzanırdı. Sokaklar boyunca böyleydi bu. Ula'lılar asmaların altında yürürdü. Asma yapraklarındaki yeşil, aylara göre değişir, asma çiçeklerinin belirsiz kokusu duyulur, yeşil yeşil boncuklanan taneler olgunlaşıp içlerinde çekirdekleri görününce, salkımlar tatlı bir sarının ağırlığı ile sarkardı. Bilenler derlerdi ki, evleri birbirine bağlayan asmalar, gönülleri de birbirine bağlardı. Gene derlerdi ki, kim ne derse desin, Ula gibi yerlerde Sultan Süleyman ile torunlarının sultanlıkları söz götürürdü. Bugün kimi yaşlılar "Bu dünya Gümüş'e kalmadı." diyorlarsa bundandır.
Gümüş Ula'nın sokaklarından geçerken o eski asmalar yoktu, kireç taşından yapılmış, sokağın ortasında yağmur sularına akıntı veren kaldırımlarda çizmelerinin izi kalmadı. Ama bugün Gümüş denince, çocuk yaşta iken Gümüş'ü görmüş olanlar, onun ayak seslerini dinliyor gibi olurlar. Mutfakta tarhana yapanlar, avluda kuyudan su çeken kızlar, sokakta oynayan çocuklar, Gümüş'ü ayak seslerinden bilirdi. Gümüş gelirdi. Gümüş geçerdi. O geçerken herşey dururdu. Korku değildi herşeyi durduran. En yaşlısından en gencine kadar herkesin durup dinlediği, kendilerinden olan sevilesi, sayılası bir şeydi. Gümüş yürüdükçe daha duyulur olurdu. Gümüş böyle yürürdü. Ayağında çizmeleri vardı. Şeytan kadifesinden pantolon giyerdi. Bıyıklarının altında çok sonralara gülümseyen biçimli ağzı vardı. Gümüş bunu belki bilir, belki bilmezdi, ama Ula'nın sokaklarından hep böyle geçti. Gümüş geçtikten sonra herşey yeniden başlar, hiç durmamış olmaktan daha güzel sürüp giderdi.
Gümüş, "Benim kırk günümü sayın!" dedikten sonra da Ula'nın sokaklarından böyle geçti , ama artık ince, derin bir gönül yarasına da basarak yürüyordu.
Gümüş geçer, Ula'nın kıyıcığındaki ak badanalı küçük evine giderdi. Yola yalnızca kapısı açılan bir evdi bu. İnsanları, yaptıkları tarhanadan, dokudukları ipekli kumaşlara kadar, her şeylerine, Ege güneşinin yaratıcı, kesin sıcaklığı içinde benliklerini koyan, yüzyıllardır kendilerine yetegelmiş Ula'lı evlerden biriydi.
Gümüş öldüğü gün, evin avlusunda tütünlerin uç yaprakları dizi dizi, kurudu kuruyacaktı; yoksul komşuları seve seve, kendileri için çalışır gibi, Gümüş'ün kiralayıp ektirdiği beş-on dönüm tarladan kırıp dizmişlerdi onları. Evin ardındaki yolda Gümüş'ün oğlu, Sökeliler'in oğluyla oynuyordu. Babası ona: "De bakalım, ekmekle mi boğuşuyorsun, Sökeliler'in oğluyla mı?" diye soramayacaktı artık. Ekmekle boğuştuğunu söylese bile, geçmiş bir günde olduğu gibi, anlıyamadığı bir öfkeye kapılıp dövemeyecekti onu. Çocuk bunu bilmiyordu. Sonra o, bir ömür boyu ekmekle boğuşacağını da bilmiyordu. Gümüş'ün karısı başsağlığına gelen kadınların arasında kaybolmuştu.
Cenaze Ula'nın sokaklarından geçerken yaşlı bir Ula'lı, tabutun soğuk tahtalarında körpecik bir delikanlının yüzünü görür gibi oldu: Delikanlının ensesiyle kulaklarını Gümüş'ün vurduğu tokatların yakıcı kızıllığı bürümüştü. Sırtına yoksul bir evden çaldığı kapkacak yükletilmişti. Başına gelenlerin çok ötesinde, insanı büyük değişmelere götüren kesin bir acının uyuşukluğunda yaşar gibiydi. Tabutlardaki tahtaların yaşayanlara duyurduğu yabancılığa benzer bir anlam vardı yüzünde. Öyle ki, o önde, Gümüş arkada, Ula'nın sokaklarını dolaşırlarken çocuklar garip bir sezgiyle peşlerine takılmamışlardı. Gümüş gibi adamların halk adına böyle olaylara el koyduğu bir dönemdi. Kısa bir süre sonra, "Mübadelede" delikanlı Rumlarla birlikte Rodos'a gidecek, orada hıristiyanlığı kabul ettiği duyulacaktı. Yaşlı adam, başını hafifçe iki yana salladı, belli belirsiz gülümseyerek, saygıyla cenaze alayına katıldı.
Cenaze, Gümüş'ün Erenler Kahve'ye giderken izlediği yolda ilerliyordu. Gümüş geçiyordu, ama ayak sesleri güzel anılara karışmıştı. Oysa kırk iki gün önce bu yoldan geçip Erenler Kahve'ye gelmişti.


Erenler Kahve

O zamanlar Erenler Kahve'nin arkasındaki bahçe mezarlıktı. Bugün orada gölgesinde oturulan gürbüz çınar ağacı, insan etinin ilk gençliğini büyütüyordu.
O zamanlar bağlama gerçekten bağlamaydı: Ufak bir sazdı. Zeybek bağlamayı kuşağına sokar, çetin bir vuruşmadan sonra cebinden kibrit çıkarıp çakar gibi çıkarıp tellerine vururdu.
O zamanlar Erenler Kahve'ye gidilir, özellikle 1912 sonrasının ilk on yılında kişilikleri denenmiş kimselerin yanında gönül büyütülürdü. Bilerek, ya da bilmeyerek gizli hınçlar büyütürdü kimileri. Ama onların Erenler Kahve'de yapabilecekleri tek şey öbürleri gibi görünmekti.
Gümüş'ün son coşkunluğu Erenler Kahve'de oldu. Erenler Kahve'nin önünde silahını göğe doğrulturken ay ışığı erkek bıyıklarında yaldızlanıyordu. Çok usta bir çift el bağlama çalıyordu. Çınarın yapraklarına Gümüş'ün ateşlediği silahtan kızıl kıvılcımlar düştü. Silah sesinin ardından kımıltısız kalan yapraklar Gümüş'ün güleç sesiyle salındılar.
Çınarın yaprakları sararıp dökülürken toprakta Gümüş'ün etleri dökülüyordu. Yapraklar ardlarında binlerce yaprağın doğumunu bırakıp dallarından koptular. Sessizce mezarların üstüne düştüler. Erenler Kahve'nin bahçesinde yatan onca kişi içinde, bir yaprağın yaşaması gibi düşünmüş, bir yaprak gibi yalın, başarabildikleri kadar bilerek yaşamış kimselerin mezarlarına ayrıcalık tanımadılar. Çünkü çınar yaprakları, çınar yaprakları içindir.
Erenler Kahve zamanla değişti: Kahvenin ardında yatan canlar başka yere taşındılar. Bahçeye küçük bir havuz yapıldı; masalar, sandalyeler konuldu. Diriler ölülerin yerini aldı. Kahvenin içi biraz daraldı. Tavanın tahtaları karardı, ama onlara hiç bir zaman yağlı boyanın bayağılığı sürülmedi. Erenler Kahve'de Gümüş'ün sözü edilmez, bağlama çalınmaz oldu. Kahvenin karşısındaki eski jandarma karakolu da değişti: Erenler Kahve eskidikçe karakol yenileniyordu. Öyleki, bugün bu bakımlı, sağlam yapıyı görenler, Erenler Kahve'nin varlığını farketmeksizin oradan geçerler. Oysa Gümüş'ün çağında Erenler Kahve kesin olarak öncelikle vardı. Ama Erenler Kahve'nin alınyazısı, Gümüş'ün silahını göğe doğrultup iki el ateş ettiği geceden çok önce değişmeye başlamıştı.
Gümüş, o gece, Zorlu'yla geldi Erenler Kahve'ye. Zorlu gerçekten bağlama çalabilmiş adamlardandı. Kahvedekilerle selamlaşıp bir masaya oturdular. Ortalığa sıkıcı olmayan ölçülü bir ağırlık geldi. Gümüş ile Zorlu rakı istediler. Durumlarından daha önce de birlikte içtikleri belliydi. Kadehlerini kaldırırken ikisi de ellerinde olmaksızın pencereden dışarı bakıyorlardı: Dışarıda masalımsı bir ay ışığı vardı. İçtiler, ağır ağır, apaçık anlaşılan sözlerle konuştular. Belki sözün yetersiz kaldığı bir yere geldiler: O vakit Zorlu bağlamasını çıkarıp tellerine bir defa vurdu. Kahveyi aydınlatan petrol lambalarının sarı ışıkları gibi titrek bir ses duyuldu. Herkes sustu. Önce Zorlu, sonra Gümüş, ardlarından kahvedekiler ayağa kalktılar. Dışarı çıkıldı: Bağlama tavan altında, lamba ışığında çalınacak saz değildi. Erenler Kahve'nin önünde sandalyelere oturuldu. Karşıda, jandarma karakolu ay ışığının serinliğinde uyukluyordu.
Karakol kumandanı olan çavuş, silah sesleriyle yatağından fırlayıp don-gömlek pencereye koştu. Ay ışığı göz kamaştırıyordu. Önce Kahve'nin arkasındaki çınarın parıldayan yapraklarını seçebildi. Ortada oynayan Gümüş, geride, kahvenin önünde oturanlar, kara ile akın kesinliğinde, gerçekten, ama bir düş güzelliği içinde vardılar. Çavuş bir süre onlara bakakaldı. Gümüş'ün güleç sesi duyulunca kendine geldi. Böyle durumlar için, devlet otoritesi adına, kulağı iyice bükülmüştü. Kahvenin önündekilere dağılmalarını söylerken ceketinin düğmelerini iliklemeğe çalışıyordu. Ona yalnızca:
"Haydiii!..." dediler. Zorlu yeniden başladı:
"Arap korkmaz olmuş beyden, paşadan."
Telefon telleri durumu Muğla'ya iletti. Ertesi gün, Gümüş ile Zorlu, Muğla Jandarma Kumandanından "Buyrun, görüşelim" diyen bir çağrı alacaklardı. Zorlu gitmeyi uygun görmeyecekti. Gümüş ise, bir gün sonra, belki de içinde kocayıp ölmeyi kurduğu ak badanalı küçük evinden çıkıp Muğla'ya gidecekti. Sonra, jandarma kumandanı iki tokat atacaktı Gümüş'e. Oysa ki, Karasulu tanıktır, Gümüş kurşunuyla ölünecek adamdı.


Karasulu ile
Gümüş'ün kurşunuyla vurulmak


Karasulu'nun yaptığı soygunun, yaktığı canın sayısını bilen yoktu. Günlerden bir gün onun da sonu geldi: Milas dolaylarında yarım manga jandarmayla vuruşmak zorunda kaldı. Karasulu yalnızdı. Ardına sinebileceği bir tümsek bulabilmişti. Sol ayağının gerisinde yükselen zakkumun dalları ilk kurşunlarla biçildi. Uzun, biçimli yapraklarıyla çiçekli bir dal Karasulu'nun yanıbaşına düştü. Jandarmalar çok kısa bir süre ateş etmediler, zakkum dallarının koptuğu yerlerde beliren süt aklığındaki uçlara baktılar. Karasulu, göz ucuyla zakkumun ağulu güzelliğine bakıp tetik düşürdü.
Yaman dayandı Karasulu, ama sonunda sesi soluğu çıkmaz oldu. Jandarmalar ateş kesip beklediler. Neden sonra Karasulu'nun sesi duyuldu:
"Gümüş Efe gelsin, beni teslim alsın!"
Karasulu, Gümüş'ün orada olduğunu nasıl bilmişti? Bunu ne o zaman, ne de daha sonra kimse sormadı.
Gümüş, ardına yüzükoyun yattığı pırnalın başına değen dalını eliyle yana iterek kalktı, yıllar sonra Ula'nın sokaklarında yürüdüğü gibi yürüdü. Gümüş'ün geniş sırtı Karasulu'nun ardına sindiği tümseği kapayınca öbür erler başlarını kaldırdılar, sonra ağır ağır doğruldular. Gümüş, diz çöküp Karasulu'nun üzerine eğildiği vakit ikircikli olmaktan kurtulup yürümeye başladılar.
Karasulu sırtüstü yatıyordu. Ölümcül yarasına sağ elini bastırmıştı. Tüfeği zakkum dalının üstüne düşmüştü.

"Gümüş Efe!" deyip durdu. Sonra:
"Başkası vuramaz beni." dedi. "Sen vurmuşsundur."
Sol elini şişkin, enli meşin kuşağına doğru kaldırdı:
"Al bunu helal olsun!"
Gümüş'ün arkasında, yan yana sıralanan erler baktılar: Karasulu'nun yüzü, eksiksiz bir erkek yüzüydü.


Gümüş'e vurmak

Dut, asma, incir, badem, zeytin üstüne, defne, zakkum, pırnal üstüne, tütün, adaçayı, kekik üstüne and içilir ki, Muğla dönüşü Gümüş atının üstünde dimdik duruyordu. Ama gönül gözü körelmemiş olanlar baktılar ki gelen, yıldırım yemiş bir ulu kızıl çamdır.
Gümüş, atından inip evine girdi.
Olanlar şaşılacak bir hızla duyuldu:
"Candarma kumandanı Gümüş'e iki tokat vurmuş."
"Gümüş girmemiş kumandanın odasına. Selam vermiş. Kapının iki yanında ikişer candarma dururmuş. Kumandan demiş ki: "Seni çağırırız da neden vaktinde gelmezsin, ulan?" Sonra iki tokat vurmuş Gümüş'e."
"Çok ağırına gitmiş Gümüş'ün. Ben artık insan içine çıkamam, demiş."
"Kumandan bakmış ki Gümüş'ün yüzü, yüz değil; bir kara bulut. Elini bir daha kaldıramamış."
"Çıkmış, gelmiş Gümüş."
"Çok ağrına gitmiş."
"Benim kırk günümü sayın, demiş."
"Gümüş..."


i Öner Ünalan, "Kırk Günde Ölmek" adlı öyküsünü 1966 ya da 1967'de yazmış olmalı. Yayımlamamıştır.

Öyküde adı geçen Zorlu, Öner Ünalan'ın arkadaşı Enver Zorlu'nun babası Ali Rıza Zorlu'dur. Öner Ünalan'ın eşinin bildirdiğine göre, öykü, Öner Ünalan'ın 1966 güzünde Enver Zorlu ile çıktığı kısa Ula gezisinden sonra yazılmıştır.