|
KIRIK ARPACIK[i]
İki
hecelik adının sonunda bir "o" harfi vardı, jandarmanın izlediği adamlardan
biriydi. Van Gölü'ne bakan yamaçlardan birine varınca bir kayanın gölgesine bağdaş
kurup tüfeğini kucağına yatırdı. Sabahtan beri yürürken biçimsiz, büyük
postallarının içinde terden ayakları kayıp durmuş, baş parmaklarının uçlarına
çöken ezik ağrısı ayaklarındaki pişiklerin yanmasını bastırmıştı. Bir süre
yalnızca ayaklarının ağrısını yaşadı, sonra oturduğu yerde geceyi beklemeyi,
karanlıkta karayolu boyunca yürüyüp yolunu kısaltmayı düşündü. Sonra tüfeğinin
kırılan arpacığı geldi aklına. Namlusunun ucuna baktı: Arpacığın yerinde
belirsiz, pürüzlü bir çukurluk vardı.
Aşağıda Van Gölü
kurşun renginde, alabildiğine durgundu, öyle ki, uzun uzun bakmak adamın uykusunu
getirebilirdi. "Van Gölü'nde sık sık yıkananların saçları, kaşları, bütün
kılları sararırmış. Çavdar sapı gibi." Kimden duymuştu bunu? Kimse, demişti
ki: "Adamın saçları seninkiler gibi karaysa kızarır biraz. Tıpkı senin
bıyıklarının uçları gibi." Hiç göle girip yıkanmadı o. Köyü gölden
oldukça uzakta. "Suda saçlarını ovarsan köpürür" demişti o kimse.
"Yumuşacık olur. Göl suyunda yıkanan giysiler de güzel arınır. Kıyıdaki
kumlarda apak soda birikir yazın. Kimi köylüler toplar, kullanırlar."
Görebildiği kıyılarda aklık maklık yoktu. Birden yamaçtaki adamın içinden göle
girip yıkanmak geçti. Dağa çıktı çıkalı yıkanmak güç işti. Oysa sık sık
yıkanmak istiyordu canı. Köyünde iken böyle değildi. Öte yandan şimdi gerekli iken
günlerce su dökünmese bile eskiden olduğu gibi gönlü daralmıyordu. "Dağlar
değiştiriyor adamı" dedi içinden. Sızlayan ayaklarının derisi sanki
kupkuruydu, yırtılacak gibi gerilmişti. Hiç olmazsa ayaklarını yıkayabilseydi! Ya
şu kırık arpacık? Sol baş parmağı ile arpacığın yerindeki çukurluğa,
çelikteki ince pürüzlere dokunup duruyordu. Arpacıksız tüfekle de attığını
vurabilir miydi? İki yıldır dağlardaydı, tüfeğini elinden düşürmemişti, epey
fişek yakmıştı, şimdi düşünüyordu da kırılmadan önce tüfeğinde arpacık
yoktu gibisine geliyordu.
Ne olursa olsun, gece
yola çıkmadan önce göle girecekti. Oturduğu yerden kıyıya inebileceği bir koyakla
karayoluna çıkmadan altından geçip gidebileceği küçük bir köprü görünüyordu.
Gece, yol boyunca aşacağı araziyi incelemeye başladı: Karayolundan ayrılan kötü
bir köy yolu bulunduğu yamacın aşağıdaki düzlükte bittiği çizgiden geçiyordu.
Solda ileride, ak badanalı, kızıl kiremitli bir yapı ile tek tük kavak, söğüt
ağaçları vardı: Bir köy! O yapı da okuldu, pek dikkatli bakılmazsa taştan,
topraktan ayırt edilmeyen öbür yapıların biraz uzağında, yabancı, iğreti,
yapayalnız duruyordu. Okula bakarak köye aşırı yaklaşmaması gerektiğini
düşündü.
Gece vuruşmak zorunda
kalırsa tüfeği arpacıksız olsa da olurdu. Birden bunu düşünmek adama rahatlık
verdi.
Yoldan kocaman bir kamyon
geçti, kaldırdığı toz kümeleri yavaş yavaş büyüyerek yolun iki yanına
yayıldı.
Ama gündüz attığını
vurmalıydı adam. Başka türlü kurtuluş yoktu pek. Arpacıksız tüfekle de
attığını vurabilir miydi?
Uzakta, karayolunda bir
öküzle bir adam göründü. Öküzün sırtına yük vurulmuştu. Öküz önde, adam
arkada, yolun sağından, batıya devrilmiş temmuz güneşinde, arkalarında uzun
gölgeleriyle, ağır ağır, geviş getirir gibi yürüyorlardı. Yamaçta, kayanın
gölgesinde kımıldamadan oturan adam, alıcı kuş gibi aşağıya, gelenlere bakıyor;
sol baş parmağını namlunun ucundaki pürüzlü çukurluğa sürtüyordu. Yeni bir
tüfek mi bulması gerekecekti? Öküzle adamın üstüne dev bir gölge düştü birden.
"Süphan'ın gölgesi" diye düşündü yamaçtaki adam, "Daha epey var
karanlığın çökmesine." Bulunduğu yamaç, aşağıdaki arazi, göl, hepsi
Süphan'ın büyük gölgesindeydiler artık. Gölü doğudan çevreleyen dağlardaki
aydınlık doruklar biraz sonra yavaş yavaş Süphan'ın gölgesine batacaklardı.
Gökyüzü daha bir süre aydınlık kalacak; göl yumuşak ışıltılar içinde, gene
Süphan'ın gölgesinde, ama demin olduğundan çok daha belirli, öylece kalacaktı.
Yamaçtaki adam gülümsedi. Sevimli, küçük bir çocuğa gülümser gibiydi.
Süphan'ın geceleri ağladığını düşünmüştü. "Süphan geceleri
ağlar." Bunu çocukluğundan beri işitegelmişti; ama ilk defa şimdi bunun gerçek
olmadığını düşünüyor, gene de bunda güzel, kafasında belirleyemese bile,
kendisini de içine alan bir gerçeklik sezinliyordu. İnsanlarla birlikte yaşamak
özlemi gönlünde kımıldayıverdi. Artık gülümsemiyordu. Daha dağa çıktığı
gün köylülerine bile yabancılaştığını, onlarda olmayan, ama onların gizlice
bilip özlemini gönül derinliklerinde sakladıkları güçlerle donandığını,
çocukluğunda dağa çıkanların üstüne anlatılanları dinlerken öğrenmişti.
Şimdi o, sürüp gelen gizli bir özlem türküsünün başka seslere açıldığı
yerdeydi. Köyüne giden bütün yollar kapalıydı. Süphan Dağı gibi tekti,
yalnızdı.
Aşağıda öküzle adam,
Süphan'ın gölgesinde ezilmişler gibi daha yavaş yürüyor, köye ayrılan yolun
karayoluna kavuştuğu yere yaklaşıyorlardı. Yamaçtaki adam sol baş parmağını
arpacığın yerinde kalan çukurluğa bütün gücüyle bastırdı, parmağının iki
eklemi art arda çıtladı. Öküzle adam ağır bir sıkıntı gibi geliyorlardı.
Başını çevirdi, göle baktı: Göl durgun, yumuşak, serin, girip yıkanılasıydı.
Uyuşan ayakları belli belirsiz sızlıyordu. Gene "Karanlığa epey var" dedi
içinden. Öküzle adama baktı: İkisi tek bir yaratık gibiydiler, aralarındaki
uzaklığı değiştirmeksizin geliyorlardı. Geldiler, geldiler; köye ayrılan yola
saptılar. Öküz başını hafifçe yukarı kaldırmıştı, belki yürürken geviş de
getiriyordu. Gittikçe yamaçtaki adama olan uzaklıkları azalıyordu. Ona en yakın
olacakları yere kırk-elli adım kalınca adam oturuşunu değiştirmeden tüfeğin
tutamağını kavradı, dipçiği omuzuna yerleştirip namluyu öküze doğrulttu. Gezden
arpacığın yerine öküzün sırtındaki yükü saran çuvala vurulmuş kara bir yama
görünüyordu. Namluyu kaldırdı, şimdi namlunun ucu ile arpacığın yerindeki
çukurluğun yarısını görüyordu. "Kurşun yukardan geçer" diye
düşündü. Gezden namlunun ucunu belli belirsiz görünceye kadar namluyu indirdi.
"Olmayacak" dedi içinden, "çok daha aşağıya gezlemem gerek."
Sonra namluyu adama çevirdi, adamın biçimsiz kasketine, belirli tek bir çizgisi
seçilmeyen yüzüne baktı. Tüfeği gene yavaşça kucağına yatırırken parmağını
tetiğe değil, korkuluğa dayamış olduğunu farketti. İçine korku ile karışık
garip bir öfke doldu. Gözlerini adamdan ayırmamıştı. Adam besbelli köye gidiyordu.
Köy uzakta, kara bir alın yazısı gibiydi, görünmüyordu. Yalnızca okul olanca
aklığı ile göze batıyordu. Tüfeğini yeniden omuzladı, gezden adamın dizlerini
görebileceği durumda tuttu, ucunu belli belirsiz görebildiği namluyu adamın
ilerlemesine uygun olarak yavaş yavaş sola doğru çeviriyordu. Şimdi adamı başından
vurabilirdi belki. Namlunun ucu iki bacak arasında ağır ağır açılıp kapanan
boşluğun ortasını izliyordu. Bunaltan bir öküzce değişmezlikle bir var, bir yok
oladuran bu üçgensi boşluk, ona köyünde alın yazısına başkaldırmadan önce
yaşadığı günlerin sıkıntısını duyurdu. İki yıldır unuttuğu bir duyguydu bu.
Parmağı tetiğin ucuna kaydı. Tetik düştü. Patlama, yıkılan bir engelden boşalan
sular gibi yamaçtan aşağı akıp gitti. Öküzün ardındaki adam kollarını açarak
sol ayağının üstünde sıçradı, gövdesi yarım sağa döndü, sonra tozlu yola
kapaklandı. Düştüğü yerden kalkan yumuşak bir toz kümesi adamın üstünde
yükseldi. Öküz durmuştu. Kısa bir süre sonra geviş getirerek köye doğru
yürümeğe başladı.
i Öner Ünalan, "Kırık Arpacık",
Dost (dergi), Ankara, Aralık 1965, s. 3-4.
|
|