Öyküleri

HEY GİDİ YAYIN BALIĞI[i]

"Çok mu oldu uyanalı?"
"Hayır ama yeniden uyuyamadım."
Erkek kadının yüzüne baktı. Bu kül renkli yüzde önce günün ağarmakta olduğunu gördü, sonra kadının saklamağa çalışmadığı sıkıntısını.
"Çok mutluyum demiştin uyumadan önce!"
"Hııı" dedi kadın.
Birden kadını kollarına alıverdiğini farketti. Soran ellerle, sevgiyle saçlarını okşuyordu. Kadın başını göğsüne yummuştu. Serin bir damla gözyaşı erkeğin göğsüne düştü.
"Nen var, niçin ağlıyorsun?"
"Bilmiyorum" dedi kadın. Erkek bir süre bu sessiz ağlamanın güzelliğine bıraktı kendini.
"Bana söyleyemeyeceğin bir şey mi?"
"Değil, değil" dedi kadın, "çok saçma belki, herkes güler buna; tam o da değil belki, ama bugün gördüğümüz yayın balığına ağlıyorum."
'Dün' dedi içinden erkek, 'ama sabaha alışageldiğimiz gibi çıkmayınca dünle bugünü karıştırıyoruz. Cancağızım yayın balığına ağlıyormuş demek.'

ÖNCE uzaktan görmüştü yayın balığını. Yüksekten bakıyordu balığa. "Koca bir spermatazoit" demişti. Yayın balığı, derinliği yarım metreyi aşmayan havuzun duru, ışıltılı sularında, yosunsuz çakılların üstünde karınüstü uzanmıştı, kımıldamadan duruyordu, dengesini kaybetmemişti, öyleyse canlıydı. Havuzun kenarına çömelmiş üç kişi ilgiyle balığa bakarak konuşuyorlardı. Yanlarına inip onlar gibi çömeldi. Balığın solungaç kapakları ağır ağır aralanıyordu.
"Ölü bu!" dedi biri "Bir sopa yok mu? Dürtelim bakalım!" Balığın canlı olduğunu anlayamıyorlardı demek.
Boyu bir metreyi aşıyordu balığın. Genişlemiş başından, gövdesinden sonra birden daralan uzun, derinlemesine gelişmiş kuyruğu, pulsuz, lacivert derisi ile gerçekten dev bir spermayı andırıyordu. Balığın büyük, yayvan ağzına, kımıldamayan, uzun bıyıklarına dikkatle bakmıştı. Ön yüzgeçleri güçlü güzel kanatlar gibiydi. Oysa sırt yüzgeci bir sulu boya fırçasının küçük, samur ucuna benziyordu.
İstenen sopa gelmişti. Adam sopayı suya daldırdı. Sopanın ucu balığın sırtında, pulsuz, lacivert derisinde kaydı, ak denebilecek bir çizgi çizdi. Yayın balığı tanrısal bir umursamazlıkla hareket etti. Anüsten kuyruk ucuna kadar uzanan yüzgeci hüzünlü bir dantele gibi dalgalandı. Balık ağır ağır havuzun karşısına yüzdü.
"Canlıymış be!" dedi sopayla dürten. Sonra havuzun kenarında iri bir sazan balığının pullarını kazıyan aşçı kılıklı adama sordu:
"Kim getirdi bunu buraya? "
"Balıkçılardan biri."

'Cancağızım yayın balığına ağlıyormuş' dedi içinden. Kadın bunu duymuş gibi:
"Çok saçma benim yaptığım" dedi "Seni de uyandırdım".
Erkek susuyordu. Kadının yargısına katıldığı için değildi susması. Kadının karnını okşadı. Gebeliğin bir döneminde belki olağandı uykudaki aksaklıklar. Çocuk avucunun altında yumuşacık bir yürek gibi atıyordu. 'Saçma' demek kolaydı. 'Saçma' demek bir şeyi kesip atma gücünü veriyordu insana. Erkek bu aldatıcı günün sıkıntısını duydu. "Saçma mı?" diye sordu. Bu, dün yaşadığı, ama nedenini araştırmadığı günün sıkıntısına götürdü onu.

YAYIN balığını karısına da göstermek istemişti.Onu getirmeye giderken, birbirine eklenmiş masalarda en yakın ilçenin belediye başkanını gülümseyerek dinleyen, rakılarını yudumlayan genç, orta yaşlı, yaşlı insanlara bakmıştı. Söğütlerin gölgesinde kilimlere, battaniyelere, çimlere oturmuş, semaverlerinin başında sabırla bekleyen yaşlı kadınlara; kendilerini beğendirme çabası içinde top oynayan yetişkin kızlara; bir kadının dizden dört parmak yukarısını görmekten garip sevinçler duyan ve bunun için ortalıkta dolaşan delikanlılara baktı. Sonra bir ara durdu. Suya baktı. O serin, duru, bozkır göğü gibi aydınlık suya. Burası Sakarya'nın başlangıcıydı.
Sonra karısını elinden tutup yayın balığının tutuklandığı havuzun kenarına getirmişti. Bir başka insan, bir başka sopa ile balığı dürtüklüyordu. Balığın sırtındaki ak denebilecek Çizgiler şaşılacak kadar çoğalmıştı. Kadın bir süre sessizce yayın balığına baktı. "Gözcüklerine bak" dedi. Erkek balığın birbirinden uzakta kımıltısız birer göz boncuğu gibi duran gözlerini ilk defa o zaman gördü. Bir insanla, bir balığın hiçbir zaman göz göze gelemediğini, gelemiyeceğini düşündü.

"Hadi uyuyalım" dedi kadın. Oysa erkek dün gördüklerinin yabancılığına eğilmişti.

ÖĞLEDEN pek az sonra birden çıkan sert rüzgarın ardından hava kararıvermişti. Bozkıra bir haziran sağanağı geliyordu. Kır gezisindekiler çabucak toplandılar, ellerinde sepetler, küçük denkler, transistorlu radyo taşıyarak, artık yoğun, karanlık bir sıvı gibi ağır ağır dalgalanan suya bakmaksızın arabalara koşuştular. Güzel bir pazar günü yarım kalıyordu. Arabalar art arda asfalta çıktılar, sararmaları hızlanmış ekinleri, rüzgarda, kara bulutların altında, düşük basıncın bunaltıcı sıcağında, tarlalarda pancar çapalayan uzun kadın dizilerini yanlarında, sonra arkalarında bırakarak hızla ilerlediler. Kimi çapacı kadınlar doğrulup birer ellerini böğürlerine dayayarak arabalara baktılar. Yorgun bir pazar günü biraz önce yarılanmıştı.
İşte oradaydılar, orada görülür kaygıları olmaksızın pancar çapalıyorlardı. Yayın balığı havuzdaydı, alışık olmadığı sulardaydı, belki öyle bir durumdaydı ki, şaşkın bile değildi, ama dev bir sperma gibiydi. İnsanlarla göz göze gelemiyecekti. Ama gözlerini eğecek durumları yoksa insanların göz göze bakmalarındaki kolaylık besbelliydi; üstelik güzel, gerekli başlangıçlara açılan bir eylemdi.

"Yayın balığı benim, diye düşündü adam, biziz yayın balığı." Sonra gözlerini perdelerin arasından sızan yepyeni gün ışığına çevirdi. Gözleri yayın balığının gözlerine benzemiyordu.
Sonra hemen karısına seslendi: "Neden yayın balığı için ağladın?"


i Öner Ünalan, "Hey Gidi Yayın Balığı", Dost (dergi), Ankara, Haziran 1965, s. 11-12.