Kitapları | Alıntılar

"ÇEVİRMEK" VE "DİL YENİLEMEK" ÜZERİNE[i]

1930 ve 40'larda, dilimizin başlıca yazılı, eski kaynakları günümüz Türkçesine aktarılır. Bu, ulusal dilimizi geliştirme çabalarının gerekli bir bölümüdür. (Bir ulusal dil, tarihsel gelişimi iyi öğrenilmeden bilimsel yolda korunup geliştirilemez.) Başlıca kaynak metinleri eski ve yeni Türkçeleriyle veren o dönem ürünleri bugün çeşitli bakımlardan eleştirilip eksikli ve yanlışlı bulunuyorsa, onlara harcanmış emek boşa gitmemiş demektir.
Eski Türkçe metinleri bugünkü dilimizle söylemek veya yazmak, onları çevirmek midir, yoksa dillerini yenilemek mi? Çeviri bir dilde söylenmişleri veya yazılmışları başka bir dilde yinelemek ise, burada ancak "dil yenilemek"ten söz edilebilir. Ancak, herhangi bir dilin eski bir evresi bugünkünden öyle farklı olabilir ki böyle bir işlem, dil yenilemekten çok çevirmek sayılabilir. Veya, çevirmek bir ve aynı dil içinde de olur sayılıp, dil yenilemek onun özel bir örneği gibi görülebilir. Ne olursa olsun, bir dilin eski bir evresinden yeni bir evresine (veya evrelerine) yapılan bir aktarma, alışılmış çeviriden farklıdır. Çünkü, bir dilin eski bir evresi onun bugünkü kimi öğelerini içerdiği gibi, bugünkü evresi de eskisinin kimi öğelerini içerir; dolayısıyla, öze aranan biçimin belirli bir parçası, dili yenilenecek metinde önceden vardır, veya, eski ve yeni biçim, belirli bir oranda, dolaysız iç içe geçmiş durumdadır ve böyle görülmelidir. Dil yenilemede en can alıcı nokta budur. Başarı bunu hep göz önünde tutmaya büyük oranda bağlıdır. Aynı aileden olup da birbirinden pek uzaklaşmamış diller için de geçerlidir bu. Yalnız, anılan ilişki, ikinci durumda, birincideki denli "doğrudan" değildir. Soruna böyle bakılınca, "çevirmek" ile "dil yenilemek" gene bağlantılı görünür.
Dil yenilemede "en can alıcı nokta"yı hep göz önünde bulundurmak, başarıyı nasıl ve nice etkiler? Bu, örnek metinlerle ortaya konabilir. Aşağıda üç ayrı kaynaktan örnekler veriliyor. Seçilmiş parçalar okura "kolay" görünecektir ve öyledir. Kolay parçalar seçmekle şunlar sezdirilmek isteniyor: 1) Sergilenecek aksaklıklar metin güçlüğünden ileri gelmiyor; 2) Söylenecekler, metin kaynakalarının bütünleri için de az veya çok geçerlidir.
Önce Oğuz Kağan Destanı'ndan bir parça:

31 ... tang irte çak-
32 da keldi kördi kim: kıyand(kat) buğu-nı alıp
33 turur, kine bir aduğ aldı, aldun-luğ
34 bilbağı birle yığaç-ka bağladı, kitdi.
35 mundun song irte boldu. tan irte
36 çakda keldi, kördi kim: kıyand(kat) aduğ-nı alıp turur.
37 k(e)ne oşu ığaç-nıng tüb(i)nde turdı. kıyand(kat)
38 kelip başı birle oğuz kalkanın urdı. oğuz
39 çıda birle kıyand(kat)-nıng başın urdı, anı
40 öltürdi. kılıç birle başın kesdi, aldı, kitdi. k(e)ne
41 kelip kördi kim: bir şung-kar kıyand(kat) içegü-sin
42 y(i)mek-de turur, ya birle, ok birle
43 şung-kar-nı öltürdi, başın kesdi.[1]

Bu parça şu duruma getiriliyor: "... Tan ağarırken yine geldi ve gördü ki: gergedan geyiği almış. (33) Sonra Oğuz Kağan bir ayı tuttu: onu altın kuşağı ile bir ağaca bağladı, gitti. (35) Yine sabah oldu. Tan (36) ağarırken yine geldi ve gördü ki: gergedan ayıyı da almış. (37) Bu sefer o ağacın dibinde (kendisi) durdu. Gergedan geldi ve başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz (39) kargı ile gergedanın başına vurdu ve onu öldürdü. Kılıcı ile başını kesti, aldı gitti. Tekrar (41) geldiği zaman gördü ki: bir ala doğan gergedanın bağırsaklarını yemektedir. Yay ve okla (43) ala doğanı öldürdü ve başını kesti"[2]
Üstünkörü bir karşılaştırmayla görülebileceği gibi, dili yenilenmiş metin, kökenselde (original'de) bulunmayan "katma" sözcükler içeriyor; satırlara göre şöyle: (32) yine; (33) Oğuz Kağan ve onu; (36) yine, da; (37) kendisi; (38) ve; (39) ve; (41) zaman; (42) ve. %15,3 oranındaki bu gereksiz eklemeler, dil dokusunu gevşetiyor. Kökenselde gerçekten sıkı bir dil dokusu var. Bu, bir dil basitliği gibi görünüyorsa da, öze (birbirini izleyen basit eylemlere) uygunluğun sonucudur. Dolayısıyla, kökenseldeki dil, yazınsal bakımdan daha üstün kalıyor.
Kökenseldeki kimi sözcükler değiştiriliyor: Altınlı belbağı, altın kuşak (33 ve 34); aldı, tuttu (33); şung-kar (sungur [akdoğan]), aladoğan (41 ve 43); gene, sonra, bu sefer, tekrar (33; 37; 40); içegü (içeği)[3] bağırsak (41) oluyor. Bu değiştirmeler hangi gerekçelerle yapılıyor? Altınılı belbağı-altın kuşak, aldı-tuttu değiştirmeleri için görünür bir gerekçe yok; ama, belli ki, gene-sonra-bu sefer-tekrar değiştirmleri, "gene" sözcüğünü yinelemekten kaçınmak için yapılıyor. Böylelikle kökensel biçime "öznel" yaklaşılıyor; biçime "bir şeyler" kazandırılmak isteniyor; ama biçim "bir şeyler" yitiriyor; dolayısıyla "öz-biçim" ilişkisi, dolayısıyla da "öz" zarar görüyor.
Metinden de anlandığı gibi, kıyantkat etçil bir hayvandır; o yüzden gergedan veya onun gibi otçul bir hayvan olamaz. Çıda vurularak kullanılan bir silahtır; demek ki kargı veya onun gibi sançılan veya saplanan bir silah değildir. Kıyantkat gergedan ise, gergedanın etçilleştirilmesi; çıda kargı ise, kargının vurularak kullandırılması, destanlara özgü olağanüstülüklerden mi sayılmalı? Herhalde "hayır"! Kıyantkat ile çıdanın ne idikleri bilinmiyorsa, adlarını değiştirmek de doğru olmaz. İçegü yerine bağırsak denmesi ise, kaynak eksikliği yüzünden, hiç gerekmezken başvurulmuş bir "yakıştırma" olabilir.
Gerçekte kökensel metin çok yalın, kolay anlanır; ama sanki "ille de açıklanması gerekir" imiş gibi davranılmış. Oysa, metnin dili bütün bunlara başvurulmadan şöyle yenilenebilir:

31 ... Tan erte çağ-
32 da geldi. Gördü ki kıyantkat geyiği alıp
33 durur. Yine bir ayı aldı, altınlı
34 belbağı ile ağaca bağladı, gitti.
35 Bundan sonra erte oldu. Tan erte
36 çağda geldi. Gördü ki kıyantkat ayıyı alıp durur.
37 Gene o ağacın dibinde durdu. Kıyantkat
38 gelip başı ile Oğuz'un kalkanına vurdu. Oğuz
39 çıda ile kıyantkatın başına vurdu, onu
40 öldürdü, kılıç ile başını kesti, aldı, gitti. Gene
41 gelip gördü ki bir sungur kıyantkat içeğisini
42 yemekte durur.[4] Yay ile, ok ile
43 sunguru öldürdü, başını kesti.

Verilen üç metin karşılaştırılırsa, ikincide daha neler değiştirildiği de görülüverir.
Eski metinler çeşitli amaçlarla incelenebilir. Dilsel ve yazınsal amaçlar, herhalde, bunların başında gelir. Öyle anlanıyor ki, iyi bir dil yenileme, bu amaçlara ulaşmada çok uygun bir araçtır. Kökensel ve çeviri metinler yan yana verilse bile, oradaki yabancı dili bilmeyen okur, hiçbir karşılaştırma yapamaz. Kökensel ve dili yenilenmiş metinler karşısında ise, sıradan bir okur bile, epey ayrıntılı incelemeler yapabilecek durumdadır. Okur bakımından, çeviri ile dil yenileme arasındaki önemli farklardan biri de budur.
Burada başka bir örneğe geçilebilir:

129 eşitgil biliglig negü tip ayur
130 edepler başı til küdezmek tiyür
131 tiling bekte tutgıl tişing sınmasun
132 kalı çıksa bektin tişingni sıyur
133 sanıp sözlegen er sözi söz sagı
134 öküş yangşagan til unulmaz yagı
135 sözüng boşlag ıdma yıka tut tiling
136 yeter başka bir kün bu til boşlagı
137 hiredlıgmu bolur tili boş kişi
138 telim başnı yidi bu söz til boşı
139 öçüktürme erni tilin bil bu til
140 başıktursa bütmez büter ok başı[5]

Bu parça şu duruma getiriliyor:

129 Dinle, bilgili ne diyor:
130 edeplerin başı, dil gözetmektir;
131 dilini muhafaza altında tut, dişin kırılmasın;
132 eğer muhafaza altından çıkarsa, dişini kırar.
133 Düşünerek konuşan adamın sözü, sözün iyisidir;
134 çok gevezelik eden dil, karşı konulmaz düşmandır.
135 Sözünü başı-boşluğa bırakma, dilini sıkı tut;
136 dilin başı-boşluğu bir gün başa belâ olur.
137 Boş-boğaz adam akıllı olur mu?
138 bu boş-boğazlık ve ağız gevşekliği çok başları yedi.
139 İnsanı dil ile kızdırma; bil ki, ok yarası kapanır,
140 fakat dilin açtığı yara kapanmaz.[6]

Metinde sözcük çıkarma, ekleme ve değiştirmeler görülüyor. Bunlar bir yana bırakılırsa, sözdizimi bozmaları üzerinde durmaya değer. Bu bozmalar son iki dörtlükte özellikle göze çarpıyor. Dil yenileme bakımından pek zayıf bir metin. Reşid Rahmeti Arat metni "tercüme" (çeviri) olarak sunuyor.[7] Metne çeviri gözüyle, hele Türkçeden Türkçeye çeviri gözüyle bakılırsa, sözü sayıp söylemeyi öğütleyen bu parçanın gereksiz sözcük bolluğ ile çevrilmiş olduğunu görmemek elde değil. Ayrıca, neden dil yenilemeye değil de çeviriye gidildiği, yanıtlanmak gereken bir soru.
Kökensel parçanın dili yenilenirken mütekarib vezni (feûlün/feûlün/feûlün/feûl) ve uyakları korumak gibi bir kaygı yersizdir; ama sözdizimi korunlabilir (olabildiğince korunmalıdr) ve parça şöyle olur:

129 işit bilgili neyi deyip söylüyor
130 edepler başı dil gözetmek diyor
131 dilini pekte tut dişin sınmasın
132 kalı (eğer) çıksa pekten dişini kırar
133 sayıp söyleyen er sözü söz sağı
134 çok yanşanan dil onulmaz yağı (düşman)
135 sözünü boşluğa etme sıkı tutu dilin(i)
136 yeter başa bir gün bu dil boşluğu
137 akıllı mı olur dili boş kişi
138 çok başı yedi bu söz dil boşu
139 öcüktürme eri dilin(i) bil bu dil
140 yaralasa kapanmaz kapanır ok yarası[8]

Başka bir kaynaktan:[9]

Yalwın anınğ közi
Yelkin anınğ özi
Tolu ayın yüzi
Yardı meninğ yürek

Çevirisi: "Onun gözü büyülüdür. Onun özü konuktur. Yüzü ayın ondördüdür. Benim yüreğimi parçaladı."

Yenilenmiş dil ile:

Büyülü onun gözü
Yelkin[10] onun özü
Dolun ayın yüzü
Yardı benim yürek
Külse kişi yüzinğe körklüğ yüzin görüngil
Yawlak gödhez tılınğı edhgü savı tilengil

Çevirisi: "Birisi yüzüne gülerek gelse, güler yüzle görün. Kötülükten dilini gözet; iyi şöhret dile."

Yenilenmiş dil ile:

Gülse kişi yüzüne görklü yüzünle görün
Sıkı gözet dilini iyi savı (sözü) dilen

"oğlan biligsedi". (Oğlan bilgisedi.) Çevirisi: "Çocuk akıllanmak istedi, akıllı olmak istedi."

"ol koyun kırkdı". (O koyun kırktı.) Çevirisi: "O, koyunun yününü kırktı."

Peki, o eski dil emekçileri, şimdi kolayca gördüğümüz bu aksaklıkları neden göremediler? Onlar, kuşkusuz, dilimizin o zamanki olanakları ile kuşatılmış idiler. Ama dilimiz, o yıllarda, yüzlerce yıl önceki metinlerin dilini yenilemeye yeter değildi, denemez. Nitekim, örnekler incelenirse, dil yenilemede kullanılmış sözcüklerin eski olduğu, Cumhuriyet Döneminde türetilmiş olmadığı görülür. Sözdiziminde de hiçbir güçlükle karşılaşılmadığı bellidir. Böyle bir güçlük o dil emekçileri için de yoktu. Onların başarılarını özellikle sınırlayan, Türkçenin o zamanki olanakları —ki en önemli nesnel koşul idi— değildir. Bu, onlar için sınırlayıcı nesnel koşullar yoktu anlamına gelmez; ama öznel koşullarının önemli yerini beliritir: O dil emekçilerinin başlıca tanıntılarından biri, belki de en önemlisi, o çağ aydınlarının çoğu gibi, Osmanlıcanın etkisiyle anadillerine (Türkçeye) az veya çok yabancılaşmış olmalarıdır. Anadiline yabancılaşmış kişi, onun eski bir evresine yabancı gözüyle bakmaktan kurtulamaz. Onun içindir ki eski metinlerde dil yenilemeyi değil, onları çevirmeyi düşünür ve çevirir. Çevresindeki aydınlar da ondan pek farklı olmadıkları için, yaptığı olağan karşılanır, başarılı sayılır ve o koşullarda öyledir.
Bu küçük inceleme şöyle bitirilebilir: Eski metinlerin günümüz diline aktarıldığı kitapların birçoğu, bugün, yeni basımları yapılması "düşündürücü" bir durumdadır. Öyle görünüyor ki onları "dil yenileme" anlayışına uyarak baştan sona, yeniden ele almakta genç kuşaklar için yarar vardır.[11]


1 W. Bang ve G. R. Rahmeti, Oğuz Kağan Destanı (İstanbul Üniversitesi yayımlarından: 18, İstanbul, 1936), s.12.

2 Ay., s. 13.

3 İçegü, Divanü Lûgat-it-Türk Dizini'nde şöyle açıklanıyor: "içegü: Kaburga kemiklerinin iç tarafında bulunan şeylerin adı, içirik." (Bkz.: Divanü Lûgat-it Türk Dizini, TDK Yayınları: 368, Ankara, 1972.) Ama içirik sözcüğü Türkçe Sözlük'te yoktur. (Bkz.: Türkçe Sözlük, altıncı baskı, TDK Yayınları: 403, Ankara, 1974.) Açıklamaya göre, içegü (içeği), göğüs boşluğundaki organların tümüne verilen addır. Bugün onun yerine koyabileceğimiz bir sözcük yoksa, onu olduğu gibi kullanıp küçük bir açıklama ile bunu bildirmek herhalde en uygun yoldur.

4 Destan'da "durur"lu şu söyleyişler vardır: alıp durur, yemekte durur —ki bunlar yukarıdaki parçada vardır— ve küle durur, ağlaya turur, uşbu turur (s. 14 ve 10, 12). Bunlar, almış veya almıştır, yemiş veya yemektedir, güledurur, ağlayadurur, işbudur (veya işte budur) biçiminde yenilenebilir. Yalnız, yukarıdaki yol izlenince, dili yenilenmiş metinde, eski biçimiyle yenisi birlikte içeriliyor. Dili yenilenmişse de, eski biçimin kökenselliği korunuyor. Üstelik, herhangi bir anlanma güçlüğü de doğmuyor.

5 Edip Ahmet B. Mahmut Yükneki, Atabetü'l Hakayık (Reşid Rahmet, Arat, TDK Yayını, İstanbul, 1951), c. II, s. 50-51.

6 Ay., s. 87.

7 Ay. "İçindekiler". (Sayfa numarası verilmemiş.)

8 Bu dil yenilemede kimi eski sözcüklerin neden bırakıldığı sorulabilir. Bunlar da pek, yanşanan, öçüktürme (öcüktürme) olabilir. Pek, buradaki anlamıyla, Türkçe Sözlük'te vardır ve kullanılır. Sözlükte yanşak sözcüğü de vardır. Yanşanan yerine gevezelenen de denebilr; ama bu sözcüğün olduğu gibi bırakılması da pek sakıncalı görünmüyor. Öcüktürme'ye gelince, öyle görünüyor ki bu sözcük, geç-geciktirme, aç-acıktırma çiftleri gibi öç-öcüktürme biçiminde düşünülmelidir. Onun yerine öçlendirme de denebilirdi. Böyle sözcükleri bırakma eğilimi, dil yenileyenlerin belki kurtulmaya, belki de kurtulmamaya çalışmaları gereken bir eğilimdir (?).

9 Bundan sonraki alıntılar için sırasıyla bkz.: Besim Atalay, Divanü Lûgat-it-Türk Tercümesi (TDK Yayını, Ankara, 1941), c. III, s. 33, 43, 334, 422.

10 Yelkin sözcüğü, Divanü Lûgat-it-Türk Dizini'nde şöyle açıklanıyor: "yelkin: yelici, koşucu, misafir, yolcu, konuk." Bu sözcük, koşmak (Ama nasıl koşmak?) anlamına gelen yelmek eyleminin kökünden "-kin" ekiyle (girgin sözcüğü gibi) türemiştir. Onun yerine başka bir sözcük mü kullanılmalıydı?

11 Bu inceleme Öner Ünalan imzasıyla yayımlanmıştır.


i Ragıp Gelencik, "'Çevirmek' ve 'Dil Yenilemek' Üzerine", Dil ve Politika (Fe Yayınları, Ankara, Kasım 1993), s. 137-145. Bu yazı ilk kez Yazko Çeviri dergisinde (Öner Ünalan, "'Çevirmek' ve 'Dil Yenilemek' Üzerine", Yazko Çeviri (dergi), sayı 3, Kasım 1981.) yayınlanmıştır.